Sevgili Ahmet Hamdi

Dün gece Abdullah efendi ile rüyanın o caddesinde karşılaştık. Şaşkındı, lokantada bıraktığı Abdullah’ın, kendi varlığının, yanıp gitmesinin ardından ne yapacağını bilemeden dar sokaklarda dolaşıyordu. Onun peşisıra gittim. Uykunun dinlendirici sularına gömülmüş zannettiğim bütün evler aydınlıktı ve bu evlerde tahayyül ettiğim sükunet yoktu. Yokuşun başındaki aşı boyalı konağın penceresinden küçük çocuk bakıyordu, elinde mavi sıvı dolu bir bardak, zuhal akşamı gibi parlıyordu.

Zembildeki adamı da görür müyüm diye yokuş yukarı evlere doğru baktım. Buradaki evler sanki daha da sefil, harap, biçareydiler. Kırık kiremitler, çatlak duvarlar, fırlamış tahtalar… Metruk evlerin aralık kapılarından, kırık pencerelerinden gördüklerim de dehşet vericiydi. Eşya da dalgın uykusundan uyanmıştı, sefil yataklar, enkazı andıran mobilyalar. Siyah, ateş gözlü zayıf mı zayıf kediler ve eşyanın etrafında vicdan azabı gibi halkalanmış köpekler, insan bakışlı kuşlar …

Abdullah Efendi panikle Abdullah’a sesleniyordu, yitip gittiğine inanamayan bir feryattı.

Rüya bu demek istedim ama gerçekten de rüya mıydı? Başka sokaklara, garip odalara doğru yol almaya başladı.

Benim ne işim vardı peki bu gecede ve Abdullah Efendinin yanında ? Kendi halinde bir okurum ben. Düş içinde düş mü görüyorum? Uyanmak istiyorum ama ne mümkün.

Çaresiz takip ettim onu, yıkılmış bir konağın köşesinde sırları dökülmüş, geçmişin o şatafatlı günlerinden uzak, abanoz çerçeveli bir aynaya baktı uzun uzun. Ne gördüyse, ne olduysa artık…ayna onu içine çekti. Belki de Abdullah’tı onu aynanın içine çeken, kim bilir ?

Aynanın önüne, içine, ardına baktım ama ne Abdullah efendi, ne Abdullah vardı etrafta. Saçı başı dağınık, gözleri hem felfecir açık hem de uykulu, şaşkın bir kadın bakıyordu aynadan bana. Kendime de pek benzetemedim, kimdi bu kadın?

Öylece aynadaki kadına bakarken Behçet bey geldi aklıma, aynaları hem seven hem de onlardan korkan ufak tefek adam.

Fotoğraf : Işın Güner Tuzcular

“Aynalar istedikleri zaman, dört bir yana salıverdikleri bu sessizlikte taksim kabul etmiş bir zamanın timsaliydiler “ yazmıştın Mahur Beste’de Behçet’in ağzından. Aynalara karşı bir tutkum var benim, fotoğrafa merak sardığımdan beri ayna en önemli objem. Her yerde, her biçim aynada yansımalar çekerim ben. Bu yaz Mardin’de bir Süryani kuyumcuda arkadaşlar gümüşlere, renkli taşlarla bezeli şahmeranlara, tavus kuşlarınına, akiklere, yeşimlere, telkarilere dalmışken ben duvardaki gümüş çerçeveli, güngörmüş aynayı fark etmiştim.

“Dedemin dedesinden kalma” demişti kuyumcu. Ayna sanki benimle konuşuyordu, ikiyüz yıl önce bu kuyumcuda, büyükbüyük dedenin yaptığı telkarileri inceleyen, küpeleri, gerdanlıkları takıp aynaya bakan kadınları görebilecekmiş gibi poz poz aynayı, yansımaları, ışıkları çekmiştim. Sen bu aynaya baksan kimbilir neler yazardın Süryani Kuyumcu, dedesi ve tüm o geçmiş zaman kadınlarının zamanı hakkında.

Ben zamanı gördüm,
Kaç bakışta bozdu hayalimi,
Ve kaç düşüncede!
Ben zamanı gördüm,
Şimşek gibi bir ânın uçurumunda.

Gecenin içinde bir çalar saat ile bölündü düşüncelerim.

Behçet bey aynalardan çok aslında saatlere düşkündü. Tamir edip, temizleyip, ayarladığı saatlere. Aynalarda kaçırdığı zamanı, saatlerde yakalıyordu belki de kimbilir ?

Saatler ile öyle tutkulu bir ilişkim hiç olmadı. Düşürür, kırar, bozarım onları. Anneannem, lise mezuniyetinde bana hediye aldığı altın kaplamalı saati düşürüp kaybettiğimde ne kızmıştı. Ne zaman kayışı koptu, nasıl düştü anlamadım desem de söylenip durmuştu. Bir zamanlar da renkli renkli swatchlarım vardı, onlar da bir bir gitti.

Saatlerin o tiktakları .. Behçet beye “altın yapraklı bir ağaç gibi, gözlerinin önünde saat sesleri gördüren” o saat tiktakları…

Şimdi artık ses çıkarmıyor saatler biliyor musun? Kurulmuyorlar da.. Çarkları, zemberekleri yok. Yemek odalarının büyük sarkaçlı saatleri, guguklu saatler , masa saatleri, duvar saatleri, cep saatleri hepsi zamanda bir yerlerde kayboldular. Şimdilerde elektronik saatler, akıl saatler var. Bir takıyorsun koluna kalp atışını, kaç adım attığını biliyor, mesajlarını alıp, gönderiyor, telefon ediyor… saat değil … mubarek hayat organizatörü.

Ben zamanı gördüm,
İçimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
Şık, yeşil döpiyesli, uzun, güzel bacaklı sarışın bir kadın çıktı karşıdaki taş binadan, beni görmedi bile. Abanoz aynada rujunu tazeledi. Nasıl güzel, nasıl alımlı...

Takıldım peşine, sokaklar değişti yine, ışılışıl bir sokaktayız, kafelerde neşeli insanlar. Senin Paris’in. Vachette’de bir kahve içiyor şimdi de sarışın hanım, kimi bekliyor? Yahya Kemal’in plaketini koymuşlar sonunda biliyor musun ? O masaya oturuyorum. Sanki sizinle kahve içiyorum, edebiyata dair sohbet ediyorum.

Ellilerinde değil de yirmilerinde gitmek istermişsin Paris’e. Ben ilk gittiğimde onsekiz yaşındaydım, babamın görevli olduğu Cezayir’den geçmiştik Paris’e . Tersi ve Yüzü . Cezayir doğumlu Camus’un yirmilerinde yazdığı hikaye kitabı çantamda, eski sömürgeden başkente yolculuğa gerekli önemi verememiş olduğumu düşünürüm hep. Onsekiz yaşında Paris bir renk cümbüşü, bir karnavaldı. Şimdilerde bölük börçük hatırladığım üç koca gün … Loureve değil açılalı bir kaç yıl olmuş Pompidou merkeziydi ilgimi çeken o yaşta.

Yirmilerimin sonlarında tekrar gidip, uzun da kalmıştım Paris’te. Bir günü Lourve’a ayırmıştık, ama senin yazdığın gibi Rembrandt yani karanlıklar şairinin, her rastladığını kendi zengin gecesine götürüp orada değiştiren adamın gözündeki korkuyu göremezdim, “tablonun korkusunda ihtiyarlıktan başka bir şey, kendisini suçlandırma var. Korku ve suçlandırma” yazmışsın. Yok, imkan yok fark etmezdim.

Sarışın kadının yanına takım elbiseli, ince bıyıklı esmer bir adam oturdu, piposu, fötr şapkası… Clark Cable’e benziyor. Abdullah Efendi’de kafenin duvarındaki kristal aynadan çıktı aniden. O da sarışın kadının karşısına oturan yabancıya bakıyor dikkatle.. Abdullah mı o ?

Bir Paris öyküm yok diyorsun, hiç olmadı. Geç, çok geç kaldım. Kalkıp masadan çekip gidiyorsun, sarışın kadın ve Abdullahlar da seni izliyor.

Öylecesine kalıyorum rüyanın Paris’inde. Döner miyim, dönmeli miyim? Nereye? Nasıl? Artık sıradan bir okur da olamam, kitaplarınla yolculuk eden, rüyalarının içinden geçen biri ne olur?

Ben zamanı gördüm,
Devrilmiş sütunları arasından
Çok eski bir sarayın
Alnında mor salkımlar vardı
Ve ilâhlar kadar güzeldi.
Uçmak için kanatlanmayı bekleyen
Yavru kuş gibi doğduğu kayada
Ben zamanı gördüm
Çırpınırken avuçlarımda

Kafede bir köşede sana mektup yazmaya karar veriyorum. Anlatacak o kadar şeyim var ki. Soracak da. Cevaplar mısın?

Sadık okurun

Işın Güner Tuzcular