Sevgili Güner,

Şair olarak varlığını kısa bir süredir biliyorum. Önceki heyecanım yerini hafif bir burukluğa bırakıyor. Ailen, ablan, kardeşlerin, arkadaşların, yaşadığın şehirler, eserlerin seni tanımaya başlamak için birer ipucu. Etrafında sürekli edebiyat ve sanat insanları var. Oynadığın oyunlar var; yazdıkların, çevirdiğin eserler var. Bu eserler ve yazarları seni ne kadar etkiledi? Yeni şiirimiz üzerinde etkin bir yeri olan, sanatın başkenti sayılan Paris’te yaşamışsın, oraya aşık olmuşsun. Kimsin sen? Zamanın ruhuyla mı, aşkın ruhuyla mı yazdın? Haksızlık senin de içini burkar mıydı? Şiiri sevenler karanlıkta bir ışık gibi ona yönelirler. Sen ne kadar ışık buldun onda? Daha zamanı değil deyip hangi sözleri geleceğin bilinmezine sakladın?

Bugünlerde İstanbul’da kar var. Sende hangi İstanbul yadigar? Saçlarında kar, yüzünde silinmemiş tiyatro makyajın ve içindeki burukluğunla sanırım en çok şiirinde bulacağım seni. Şiirinden ruhuma çalacağım. Ben şimdi bir şiir dersindeyim. İptal ediyor hocam genç ölmesini şairlerin.

Ve işte gecenin büyük düşünce evi kapılarını açıyor yavaşça. Uzağı yakınlaştıran şiirlerinle karşılaştım nihayet. Sessiz bayraklarıyla çıkagelsin ve beklesin beyaz atlar sabahı. Ne de olsa bir şair nefesi, bize şahdamarımızdan daha yakın.

Burada büyük yazar Adalet Ağaoğlu’nun, kardeşten öte bir meslektaş özeniyle tüm külliyatını bütünleştirdiğini görüp, hazır olduğumuz hüzün duygusundan sıyrılıyoruz. Böylece seni, yine seninle sarıp sarmalıyor ve güzergahı sen olan doğru bir yola giriyoruz.

“Güner, günlük siyasaya ve günübirlik bağırtılara ayak uydurmaya, buralardan parsa toplamaya değil; kendini bugünden yarına aktarabilecek dayanıklı bir sanatı, edebiyatı gerçekleştiren bir dünyanın üyesi olmaya çaba harcadı.” A.A.

“Az Kalsın Unutuyordum” diyorsun hemen. “Unutuyordum az kalsın ölmeden önce / Söylenecek birkaç sözüm vardı / Unutuyordum az kalsın / Karıma çocuğuma hepsini söyledim” diyorsun peşin sorulara cevap olarak. Ürpermemek mümkün mü? Dolaşıyor gibisin sen de şiirlerinin etrafında. Edip Cansever’e dost bahçelerinden söz açıyorsun. Ölümden korkmuyorsun. Anneye sesleniyorsun kapılardan ninni tınısıyla, çocuklara fısıldıyorsun gizli sırları. “Gül mevsimi gülsüz de gelebilir çocuklar.” demişsin. Bir öyküne giriş cümlesi de şu: “Şehri vurdukları vakit büyük meydanın orta yerinde akrep ve yelkovan gecenin bilmem kaçıncı dakikasını gösteriyordu.” Hala şehirler vuruluyor alnının ortasından. Ve gül mevsimi olmadan çocuklar gül açtırıyor hala gezi bahçelerinde.

Oğlunun doğumu için “Senin alnına yazıldı devrim” diyen bir şair nasıl erken ölür? Genç yaşında öleceğini bilip nasıl öyle bir önsöz yazar Adı Nalan romanına. (1) Şimdi bir yanımda yakın arkadaşın Asaf Çiyiltepe’ye ölümünden sonra seslenişin duruyor, bir yanımda da etkilenmekten korktuğum ilk eşin Tezer Özlü’nün kitabı.(2) Mektubunda hayatın direnen yanındasın. Sanatı fiziken savunduğunu görüyoruz umutla, cesaretle. Oysa kitapta kırılgan umutsuzluğun var hayata karşı. “Neden bunalımları çözümleyemiyoruz?” diyor senin gibi yazar olan ve senin gibi erken yaşta hayata veda eden, ilk hayat yoldaşın.

En çok şairleri düşündürmüştür zaman. Sonra birden herşeyin mümkün olduğu bir öykünün içine giriyorum. Elinde sigaran ve içkin, Paris’te sevdiğin bir şarkıyı dinliyorsun. Leo Ferre’den Avec Le Temps. (3) Aklında bir mavi var özlediğin. Aklında bir çocukluk; bahçesinde eski udların çalındığı. Aklında hep güzel bir kadın. Aklında bir avuç eylül. Aklında bir şafak daha ve ölmeyen ölüler var. “Beni öldü sanmıştı. Oysa ben ölmüş değilim. Daha ikinci ömrümü yaşayacaktım. Şimdi ben başka yerlerdeydim. Pigals’de şarkıcı kız Edith Piaf’ı dinleyecek, bir karnavalda kendimi aldatacaktım. Şimdi bana Münihli terütaze bir kız el ediyordu.” Mavi, Ağustos 1954.

Aklında hep güzel bir akıl. Çoktan yeniyi eskitmiş sen, fırtınalı gökyüzü gelmeden önce, o sıkıntılı kent diye tarif ettiğin hep sen. Şiirlerinde verdiğin ipuçları adım adım seni canlandırıyor. Okunması rahat bir dilin var. Fakat buna tezat olarak katmanlar, duraklar var. Sonradan usul usul düşünceye sızan bir yapı bu; hayatın hüznüne, çözümsüzlüğüne. Belki o nokta da birbirimizi anlamaya dairdir. Bir öykünde insanları seven, ömrü boyunca bu sevgiyi anlatan hikayeci düşüyor aklına, Sait Faik’i anıyorsun. Orada motor, dalgaları yararken balıklar gülüşüyor.

Pazar günlerini hiç sevmemişsin. Oysa “yarın cumartesi” diye umut vaadetmişsin. Ve onun üzerine öyle bir oyun yazmışsın ki bir okuyucu olarak bana Arthur Miller’ı hatırlattın. “Yazmak” adlı şiirinde yazmanın senin için önemini “dört duvar arasında özgür kalmak” demenden anlıyorum. Daha sonra AST’tan bir kırgınlıkla ayrılırken “Sanatı da edebiyatı da size bırakıyorum” diyorsun, bırakamıyorsun.

Çalışmalarında dikkat çekici özellikler var. Şiirlerin duygularınla, gerçekliklerinle çıplak. Öykülerin bir o kadar şiirsel. Zaman zaman fantastik öğeler var. Oyunlarında ise küçük insanların yalpalamaları var. İçimize ellerini sokuyorsun. Karakterlerin tıpkı Şişhane yokuşunda “kalbini eline almış bir sarhoş” gibi içimize işliyor. Henüz on sekiz yaşında Mavi’de çıkan dizelerin bunlar. ‘Okuyacak olanlar çok şanslı’ sözünü hak ediyorsun hiç zorlanmadan. Ben sevdim bu emekçiyi diye düşünüyorum sonunda. Anadolu’da bir tiyatro salonu bulmak için zorlanırken, kimi zaman çantanda kimi zaman aklında taşırken betiklerini, kimi zaman inancını geleceğe taşırken verdiğin emekle sevdim seni.

Hastanedeki son günlerinde romanındaki karakter Nalan’ın da sonunu düşünmüşsün. Nalan’ın dışarı itildiği 1 Mayıs Meydanı, ölümünden bir ay sonraki kanlı 1 Mayıs’ın yanında masum kalmış. Ya da belki toplumun Nalan’ı ezmesi aynı eşitlikte kötüdür siyasi olanla demek istemişsindir.

Kendin açıklamışsın, Gorki’den çevirdiğin Küçük Burjuvalar oyunu üstüne bir yazında; “Bizim kuşağın çektiği sıkıntı, çektiği bunaltı, her zaman hor görüldü, itilip kakıldı. İşte her toplumcudan daha toplumcu olduğu su götürmeyen bir büyük yazar, bütün bu dar görüşlere, bütün bu itip kakmalara en kesin karşılığı veriyor: “Düzeni bozulmuş toplumların değerleri, ahlak ölçüleri, o toplumda taşıyan kişileri sıkar. Tıpkı üstlerine dar gelen bir elbise gibi.” (4)

Kısa yaşamına devam edebilseydin şüphesiz yeni eserlerin bizi karşılaştırabilirdi. Seninle aynı yıl doğan değerli bir şair Özdemir İnce’yle tanışma, gülüşünü görme şansına eriştim. Yazıya şiire dair bir deneme-eleştiri kitabının adı Mevsimsiz Yazılar’dır. Sen de mevsimsiz bir şairsin bence. “Zamansız Sözler” şiirinden etkilendim belki de. Sen ‘zamanın ağrısını yüklenip’ bitirmişsin. Şimdi … sanki İstanbul oradayız işte, dediğin yerdeyiz. Merhaba,

Filiz Bilge