Ara Güler Müzesi’nin İlk Sergisinden İzlenimler

Bomonti’de fotoğraf çekiyoruz, dar ve eğimli sokaklar, kâgir apartmanlar, aniden önümüze çıkan metruk evler, Ermeni Katolik Ortaokulu, asırlık ağaçlar, yeni yükselen gökdelenler, tasarım dükkânları… Yaşanmışlıklar, düşler, yeni gerçekler, geçmiş, şimdi ve belki de gelecek… Hepsi orada, Bomonti’deki sokakların arasında. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yekpare zamanının içindeyiz sanki.

Ara Güler ise İstanbul’u deli saraylıya benzetmiş. “öyle bir deli saraylı ki, hem Roma’da, hem Bizans’ta hem de Osmanlı’da yaşamış.”

Yüzeyi kırmızı tuğla kaplı,  eski bira fabrikasının avlusunda lüks, popüler mekânların yanında cam kapısı otomatik açılan, modern müzeye adım attığımızda,  ilk duyduğum bir grup lise öğrencisine müzeyi gezdiren rehberin sesiydi;

“Ara Güler’in fotoğrafları farklıdır çünkü o aslında bir hikâye anlatır, o hep hikâyenin peşindedir. Ardı ardına çektiği karelerle o hikâyeyi sunar bize”.  Sonra da ekliyor rehber;

“O ıslık çalan adamdır.”

Müzenin ilk sergisinin başlığı “Islık Çalan Adam”. Ara Güler metinlerinden yola çıkılarak bu ad konulmuş ve onun hikâyeci kimliğine vurgu yapıyor.

“Ben geceleri ıslık çalarak sokakları dolaşan adamım. Bar önlerinde kavga eden, bir kadın yüzünden cezaevine tıkılan, konferanslarda uyuklayan, seçim günleri sizin gibi oy kullanan, atom bombasını bulan, verem veya kansere çare bulan kişiyim. Üstelik bütün bunları geceleri ıslık çalarak çıplak rıhtımlarda tembel adımlarla sürttüğüm sıralarda yapıyorum. Yarın oldukça önemli bir ameliyatım var. Ertesi gün, karar verdim, karımı öldüreceğim.”  

Papelonen Verç Bidi Abrink yani Babil’den Sonra Yaşayacağız adlı bir öykü kitabı olduğunu sergi sayesinde öğreniyorum.  Orijinali Ermenice olan, 1996 yılında Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan bu kitabın en eski öyküsü Levrekler’i 1949 yılında lisede öğrenciyken yazmış. Son öyküsü ise 1978 yılında yazdığı Çöldeki Ay. 

Ayrıca sinema ile çok ilgili olduğunu, lisede senaryosunu yazdığı bir oyunun aynı zamanda sahne dekorunu da yaptığını öğreniyorum.

Gençliğinde yazar olmayı düşlermiş. 2007 yılında Hülya Okur’a verdiği bir röportajda şunları söylemiş;

“Şimdi benim istediğim neydi biliyor musun? Ben edebiyata meraklıydım. Hikâyeler yazıyordum hep. Benim hikâyem üçüncü olmuştu. Samim Kocagöz birinci oldu. Vüs’at O. Bener ikinci oldu. Ben üçüncü oldum, 1950’de Yeni İstanbul gazetesi ve New York Herald Tribune gazetesinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikâye Müsabakası’nda. Türkiye’den Yaşar Kemal, 18’nciydi mesela… Jürisi de Sabahattin Eyüpoğlu, Orhan Veli falan… O zamanın hitleri. Hikâye, piyes yazarı olmak istedim. Böyle acayip şeyler yapmak istedim. Hiç bir zaman da aklımdan fotoğrafçılık geçmezdi. Ama beni aldılar. Bu apartmanın içinde otururduk. (Beyoğlu-Tonton mah. Tosbağa sok. No:8) Üst katındaAbdülkadir Bey otururdu. Abdülkadir Beyle bunlar hep poker oynarlardı. Ondan sonra beni Yeni İstanbul gazetesine muhabir olarak koydular işte…”

Ben de kendi içimdeki hikâye anlatıcısını bulma maceramda, 80’lerde fotoğrafa merak sarmış, IFSAK’ta bir sergi hazırlığında gönüllü çalışırken tanışmıştım Ara Güler’le. İz bırakan fotoğraflarla ilgili bir sergiydi hazırladığımız. Sergide yer alan eserlerle ilgili sorular sormuş, bazılarını bilememize kızmıştı. Bir arkadaşın iyi fotoğraf nedir sorusuna da Ansel Adams’ın Vietnam Savaşı’nda bir adamın vuruluşunu çektiği kare ile yanıt vermişti. Ona göre fotoğraf muhabiri tarihi kaydeden kişiydi. Tarihi, insanları ve hikâyeleri…

Müzede, Ara Güler’in röportajları ile ilgili bölüme geçiyoruz. Karşımda Salvador Dali, Picasso, Kuzgun Acar, Bedri Rahmi Eyüpoğlu. Kareler sanatçıların tüm hikâyesini anlatıyor ya da ben öyle hissediyorum. Dali duramamış hikâyeye eklentiler yapmış. Kuzgun Acar biraz karanlık mı bakıyor, karanlık ve çekici… Ahmet Hamdi Tanpınar bir İstanbul hanımefendisi Füreyya’nın yanında oturduğu için nasıl da mutlu…

Ya o İstanbul kareleri. 1940’lardan bu yana Balat, Taşlıtarla, Boğaz, Beyoğlu, insanlar, mekânlar, at arabaları, camiler, sandallar, deniz… Deli saraylı bu kadar mı güzel yansıtılır… Bir hikâye büyücüsü Ara Güler.

Afrodisyas çığlığı da hikâyeye dâhil edilmiş. Ara Güler’in burayı nasıl bulduğu, ne hissettirdiği anlatılıyor bir bölümde. NEYYA’da geçen ay bize bin bir hikâye yazdıran o kareler, o çığlıklar karşımda.

“Bir tesadüf oldu, önce taşları gördüm; otların arasından bir taş yüz bana bakıyordu, ona yaklaştım ve sonra içindeki gizemli tarihi hissettim.”

İnternette bir yazıda okuduğum bu cümle beni öylesine etkilemişti ki heykelin ağzından öykü yazmıştım.  Heykeli ilk bulduğu anı sanki Ara Güler’le yaşıyorum, fotoğraflara bakarak, yazılanları okuyarak.

Sergide, Ara Güler’in basın kartları, fotoğraf makineleri, notları, dia filmleri var. Kullandığı hiç bir filmi atmamış, tüm dialarını, fotoğraf makinelerini, her şeyini saklamış. Bir film rulosu atılsa, bir hikâyenin kelimeleri kaybolur diye düşünmüş sanırım. Oturduğu apartmanda tam yedi daire fotoğraf ve malzemeleriyle doluymuş. Ara Güler bu karışıklık içinde neyin nerede olduğunu her zaman bilirmiş. Doğuş Holding tüm bu arşivi tek bir yerde topluyor. Fotoğraflar dijital ortama aktarılıyor ve ayrıca oturduğu apartman da yakında müze olacak.

Hafızamız, hikâyelerimiz ve belki de ruhumuz bu müzede. Sanatçının yaşadığı apartmanın müze olacak olmasına seviniyorum. O evin altında Ara Kafe’de oturup kahve içerken Ara Güler’le karşılaşmayı ne çok özledim.  Müzesi oraya taşındığında sanki anılarım hiç kaybolmayacak. Ara Güler yine köşedeki masada her zamanki yerine oturuyor olacak, ıslık çalan bir adam inecek yokuştan ve biz Babil’den sonra da yaşayacağız.

Işın Güner Tuzcular