Gün doğmak üzereydi; dünyanın sesi ile daldığı o karanlıktan çıkarken, ıslıklar, hışırtılar, cıvıltıları andıran bu sesi her duyduğunda irkilirdi, kalbi atmasa da var olduğunu duyumsardı. Dünyanın şarkısı bitmek üzereyken Güneş göründü ve gökyüzü milyonlarca kanat çırpışı ile doldu. Yüzyıllardır şahit olmasına rağmen bu uyanışa hep hayranlık duyardı. Hassas, hiç şaşmayan ilahi bir tiyatroydu seyrettiği. Çok alçak frekanstaki dünyanın sesini bir tek insanlar duyamazdı bu koca evrende.

Heykel okulunun yarı yontulmuş ikiz peri heykellerini taşıyıcı kiriş olarak kullanıldığı derme çatma evinden çıktı Hatçe. Çaydanlığı bahçede masa işlevi gören mermer tapınak sunağının üstüne koydu. Ekmek, peynir, reçel derken kahvaltıyı hazırlayıp hâlâ uyuyan Rüstem’e seslendi. Yaşlanmıştı karı koca, çocuklar çoktan şehre çalışmaya gitmişlerdi. Bir iki lokma yedikten sonra ahırdan ineği ve eşeği dışarı çıkardı Rüstem, tulumbadan su çekip, yalak olarak kullanılan lahiti doldurdu.

Kaç gündoğumu geçmişti Caesar kente geleli, ihtişamlı Afrodit mabedini ziyaret edeli? Yontu Ustası gururla sunmuştu son eserini Ceasar’a… Büyük bir şenlik yapılmıştı, ustası sarhoş olmuştu. Geçti, her şey geçti; Agora’da kervanlar, tiyatroda oyunlar, heykel okulunda büyük eserler, Afrodit Mabeti’ndeki tüm o törenler… Krallar, tiyatrocular, ipeklere bürünmüş soylu hanımlar, köleler, savaşçılar, tapınak rahibeleri… Herkes ve her şey geçti, gitti.

Savaş, yıkım, terk edilmişlik…

Sonrasında bu insanlar gelmişti. Derme çatma evlerinde eski kentin ihtişamlı eserlerini hiç de önemsemeden sadece malzeme olarak kullanan bu insanlar. Rüstem’in büyük büyük dedeleri… Kaç kuşak geçmişti… Her Rüstem neredeyse bir ötekinin aynıydı.

Köylüler değişmiyordu da, o gitgide yıpranıyordu. Zelzelede burnu düşmüştü. Günler geceler boyunca yas tutmuştu burnu için. Çatlakları da büyüyordu yağan her yağmurda, esen her rüzgârda.

Köylü sabah namazına oradan da kahveye gitmek için meydana doğru yürümeye başladı. Muhtar yanından geçerken ona bir baktı,

-Biraz büyük ve ağır, nasıl taşırız bilmem ama…

-İp bağlar öküzlerle çekeriz.

-Olur o… Ama iş işte, yeni imam niye istedi bu heykeli… Put demez mi bunlara?

-Beni seyrediyor bu diye tutturdu, sabah namazını okumaya çıktığında sözde heykel gözlerini diker bakarmış hocaya. “Dik dik bakıyor, rüyalarıma girmeye başladı” dedi.

-Tövbe Estağfurullah, heykel hiç bakar mı hocaya?

-“Üç harfli var bu heykelin içinde, köy meydanında durmasın, bundan kurtulalım, ilerdeki taş ocağına götürelim” dedi.

Tüm gün bu sözleri düşündü durdu. Yerlerde sürünürken dayanamaz parçalanırdı… Hadi sürünmeyi atlattı diyelim, taş ocağında paramparça ederlerdi onu. Dehşete düştü… Çığlık çığlığa ağlıyordu. Kuşlar, Hatçe’nin ineği, inatçı eşek duydu bu çığlıkları. Hatçe bile kafasını kapıdan uzatıp bir baktı ama kahvede pişpirik oynayan Rüstem, muhtar ve diğerleri duymadı.

Onun çığlıkları tüm heykelleri etkilemişti, heykel okulunun mermerle yontu arası figürleri bile ağlıyordu. Çığlıklarla akşam karanlığı kapladı köyü. Tek bir yıldız bile yoktu gökyüzünde…

Neden sonra bir ışık göründü uzaktan, yaklaştıkça artan bir ışık. Araba pek gelmezdi köye, kırk yılın başında belki Ankara’dan bir memur. Arabadan elinde fotoğraf makinası, esmer, uzun boylu, ince kıvırcık saçlı genç bir adam çıktı, farların ışıklarında doğruca ona doğru yaklaştı… Gözleri hayranlık ve hayretle büyümüş bu genç adam ona dokundu.

“Taşların içinde suratlar bana bakıyor ve çığlık atıyorlar sanki.” diye mırıldandı.

Köylüler adamı ve şoförü tanrı misafiri diye muhtarın evine götürdüler. Kalsaydı adam keşke. Yüzyıllardır ilk kez bir adam heykellere hayranlıkla bakmıştı. O adamı bir daha görseydi.

Gün doğumundan önce kalkmış, elinde fotoğraf makinesi, yıkıntılar arasında geziyordu adam. Dünyanın sesini duydu, tam güneş doğarken deklanşöre bastı. Kuşları da çekti. Sonra onun yanına geldi. Yontu ustası gibi bakıyordu bu adam… Aynı gözlerdi, bir sanatkârın gözleri.

Kurtulmuştu artık, emindi.

Işın Güner Tuzcular