Çeviri ve Seçki: Bekir Karaoğlu
Pierre Loti (1850 – 1923)
Egzotik romanlarıyla ünlü yazar. Bahriye subayı olarak görevli gittiği Orta ve Uzak Doğu ülkelerinde yaşadıklarını romanlarına konu etti. Farklı kültürlerde yaşanan bu olayların arka planında saf bir çocukluk arayışı vardı.
Ülkemizde de uzun süre yaşayan Loti saray çevresinde gelişen romanlar yazdı.
Başlıca romanları: Aziyade, Le Mariage de Loti, Madame Chrysantheme, Pecheur d’Islande.
İhtiyar Çiftin Türküsü
(La Chanson Des Vıeux Époux, 1899)

Toto-San ve karısı Kaka-San.
O kadar yaşlılardı ki Nagazaki’nin ihtiyarları onların genç olduğu yılları bile hatırlamıyorlardı.
Sokaklarda dilencilik yapıyorlardı. Kör olan Toto-San kötürüm olan Kaka-San’ı tekerlekli bir sandıkta çekerek dolaştırıyordu.
Eskiden onlara Hato-San ve Ume-San derlerdi (Güvercin Bey ve Erik Hanım), ama bunu artık kimse hatırlamıyordu.
Japoncada Toto ve Kaka çocukların dilinde “baba” ve “anne” anlamında tatlı sözlerdir. Herhalde herkesten yaşlı oldukları için herkes onları böyle çağırıyor ve aşırı nazik olan bu ülkede isimlerin sonuna (erkekler için bey kadınlar için hanım anlamına gelen) San eki getirilmesi adettir; en küçük japon bebekleri dahi bu görgü kuralını ihmal etmezler.
Onların dilenme usulü ölçülü ve kibardı; kimseyi dualarıyla rahatsız etmiyor, hiç söz etmeden sadece, bir mumyanın eli gibi kırışık fakir ellerini uzatıyorlardı. İnsanlar onlara pirinç, balık kafası veya beklemiş çorba veriyorlardı.
Tüm japon kadınları gibi kısa yapılı olan Kaka-San da, o tekerlekli kutusunda, yıllar içinde kalçadan aşağısı sıkışmış ve kurumuş olduğundan çok küçük duruyordu.
Arabasının yayları yoktu, bu yüzden şehri gezerken devamlı sarsılıyordu. Oysa zavallı kocası pek hızlı yürümüyordu, onu özenle gezdiriyordu. Karısı onu sesiyle yönlendiriyordu, adam kulağı kirişte pür dikkat ve kendi sonsuz karanlık dünyasında, omuzunda meşin kayışı ve elinde yolu yoklayan asasıyla kendi yolunda gidiyordu.
En zor zamanları, basamak çıkmak, ırmak, çukur veya derin araba tekerlek izlerini aşmak sözkonusu olduğunda başlıyordu. Toto-San nasıl geçeceğiz oradan? Zavallı kadını o zaman solgun nemli gözlerinde bir endişeyle sandığı içinde çırpınırken görmeliydiniz… Şüphesiz devrilme korkusu bir kötürüm için en korkulacak şeydi.
Acaba ne tür düşünceler geçiyordu kafalarından bu birbirini seven iki ihtiyarın? Akşam oturduklarında birbirlerine ne anlatıyor olabilirlerdi? Uyumak için bir sundurmanın altına sokulduklarında, Kaka-San gece bonesi olarak başına mavi pamuklu mendilini sardıktan sonra, hangi gençlik anılarını yadediyorlardı? Yarın için dolaşma planlarını nasıl yapıyorlardı; ki o da bir önceki gün gibi başlayıp yine aynı geçim savaşı, aynı sefalet ve çöküntü içinde bitecekti? Hala sevinç duyacakları birşey veya bir umut kırıntıları var mıydı? Toprak onları kabul etmek için, etlerini daha fazla acı çektirmeden çürütmek için yanıbaşlarında dururken, yaşamaya devam etmekte niye bu kadar inat ediyorlardı?…
Zen tapınaklarında kutlanan bütün dini bayramlara iştirak ediyorlardı.
Kutsal avluları gölgeleyen büyük sedir ağaçları altında, eski bir granit heykelin ucuna erkenden, ilk müminler gelmeden evvel yerleşiyorlar ve tören devam ettiği sürece pekçok insan onların önünden geçiyordu. Yüksek tahta ayakkabıları ve rengarenk uzun robları ile, el ele tutuşarak grup halinde ibadet için gelen bebek yüzlü ve kedi gözlü genç kızlar; dua etmek ve eğlenmek için pagodaya gelen saçları karmaşık topuzlu çıtkırıldım hanımefendiler; uzun saçlı esnaf ve köylüler, rahipler, hasılı bu küçük dünyanın küçük şen insanları, onları görebilen Kaka-San ile göremeyen Toto-San’ın önünden geçiyorlardı. Her geçen onlara iyilikle bakıyor, bazıları aradan çıkıp sadaka bırakıyordu; hatta bazıları, kibarlığın doruğundaki bu imparatorlukta, soylulara gösterilen reverans hareketiyle onları selamlıyordu.

Ve böyle günlerde, hava güzel ve rüzgar ılık olduğunda, bitkin vücutlarındaki ağrılar biraz hafiflediğinde, onların gülümsediği oluyordu. Ziyaretçilerin şen kahkaha sesleriyle çakırkeyf olan Kaka-San da elindeki kağıttan yelpazesiyle onlara öykünüp kibar hanımlar gibi kırıtıyor ve onların eğlenceli dünyalarıyla ilgilenmiş gibi yapıyordu.
Fakat akşam gelip de soğuk ve karanlığı sedir ağacı altına taşıdığında, tapınakların etrafındaki patikalarda hayaletlere ve canavarlara benzeyen gölgeler gezinmeye başladığında iki ihtiyar yıkılıp kalıyorlardı. Sanki günün yorgunluğu onları içten kemirmiş, kırışıklıklarını daha da oymuş olmalı ki yüzleri artık sadece korkunç sefaletlerini ve ölüme biraz daha yakın olmanın çaresizliğini yansıtıyordu.
Etraflarındaki ağaçların siyah dalları binlerce fenerle aydınlatılmıştı. Müminler hala tapınağın merdivenlerinde eğleşiyorlardı. Bu kalabalığın neşeli ve tuhaf vızıltısı yollara ve kutsal kemerlere taşıyor, tanrıları koruyan ejderha heykellerinin katılaşmış gülüşleriyle, ürkütücü ve anlamı bilinmeyen simgelerle çelişiyordu. Bayram fener ışığında devam ediyor ve göklerin ruhuna tapınmaktan ziyade alaycı, çocuksu, art niyetsiz ve dayanılmaz şen bir havaya bürünüyordu.
Ama güneş battıktan sonra artık hiçbir şeyle ilgileri kalmayan bu iki insan atığı, hasta paryalar gibi, kullanıp atılmış yaşlı maymunlar gibi bir köşeye büzülüp sadaka verilen ekmeklerini yerken yeniden iç karartıcı oluyorlardı. Acaba o anlarda derin ve ezeli bir şeyden ürktükleri için mi ölü maskesi gibi yüzlerinde bir dehşet ifadesi yayılıyordu? Kimbilir bu ihtiyar iki Japon kafasından neler geçiyordur? Belki de hiçbir şey!… Belki de küçük çubuklarıyla birbirlerine yardım ederek yerken ve akşam kırağısı kemiklerine yapışmasın diye örtünürken, yaşamaya devam edebilmekten ve ertesi gün birbirlerini çekip götürerek yeniden başlamaktan gayri birşey düşünmüyorlardı…
Küçük arabada Kaka-San’dan başka tüm ev gereçleri de vardı: pirinç koymak için kırıklı mavi kaseler, çay için minyatür taslar ve akşamları yaktıkları kırmızı kağıttan bir fener.
Haftada bir gün Kaka-San kör kocası tarafından yıkanıp saçları özenle taranıyordu. Kendi kolları saç topuzu yapmaya erişemediği için Toto-San nasıl yapacağını öğrenmişti. Titreyen ellerinin yordamıyla o yaşlı kafayı okşarken, kadın da nazlı bir cariye gibi kendini bırakıyordu. Saçları seyrekti, bu yüzden Toto-San o sarı parşömen kağıdı gibi, kışın buruşuk elmalar gibi duran kafa derisi üzerinde tarayacak fazla birşey bulamıyordu. Yine de bukleler yapmayı başarıyor, karısı da elindeki aynadan onu merakla izliyordu: “Biraz daha yukarı, Toto-San!…” Sonunda, kocası iki uzun kemik şiş batırıp saç tuvaletini tamamladığında, Kaka-San kibar hanımefendi pozlarında kurulup gülümsüyordu.

Böylece temizliklerini ciddiye alıyorlardı, zira Japonya’da temizlik herşeyden önce gelir!
Yıllardır aksatmadıkları bu temizlik rutini ihtiyarladıkça daha da zor hale geliyordu, ama hiç olmazsa soğuk saf suyun temasıyla biraz ferahlıyorlardı.
Ey içler acısı sefalet! Her gecenin sabahında biraz daha güçsüz, biraz daha uyuşuk ve çökmüş uyanmak ve herşeye rağmen yaşamak istemek, çürümüşlüğünü gün ortasında teşhir etmek, aynı yorgunluk, araba gıcırtıları ve sarsılmalarıyla sokaklarda ve banliyölerde, hatta bir dini bayram varsa köylere kadar uzanıp kırlarda yürümek, hep yürümek…
Ve sinsi ölüm ihtiyar Kaka-San’ı bir sabah kırlarda, iki yol kavşağında yakaladı.
Güneşli bir nisan sabahında, yeşilliklerin ortasında.
O Kiu-Siu adasında ilkbahar bizimkinden biraz daha sıcak, biraz daha aceleyle bereketli toprağı yeşertmişti. İki yol rüzgarın kadife gibi dalgalandırdığı pirinç tarlaları arasında kesişiyordu. Leyleklerin ötüşü ki Japonya’da daha gürültücü olurlar, havayı bir müzik gibi dolduruyordu.
Bu yol ağzında, büyük sedir ağacı öbekleri altındaki otlar arasında birkaç mezar taşı, lotus çanaklarına oturmuş gibi granit buda heykelleri bulunuyordu. Pirinç tarlaları ötesinde bizim meşe ormanlarına benzeyen ama arada beyaz ve pembe kamelya çiçekleriyle, birkaç hafif bambu dalları ile bezenmiş orman ve daha ötede küçük kubbelere benzeyen dağlar, hepsi mavi gökyüzünde birer desen gibi yer alıyorlardı.
Kaka-San’ın arabası bu sakin ve yeşil mekanda ebediyen durdu. Koyu mavi pamuktan ve kol yenleri geniş uzun elbiseleriyle, yirmi kadar köylü kadın ve erkek, içinde yaşlı kolların çırpındığı tekerlekli sandığın etrafında koşuşturuyorlardı. Toto-San onu Kwannon tanrıçasına adanmış bir tapınak ziyaretine götürürken yolda kriz geçirmişti.
Meraktan ziyade merhamet saikiyle toplanmış bu küçük insanlar onu iyileştirmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Onlar da zarafet tanrıçası Kwannon’un bayramına gitmekteydiler.

Zavallı Kaka-San! Onu biraz pirinç likörü ile canlandırmaya uğraşmışlar, karnını şifalı otlarla ovuşturmuşlar ve ensesine soğuk dere suyuyla kompres yapmışlardı.
Toto-San el yordamıyla onun başını okşuyor, ne yapacağını bilemeden diğerlerinin müdahalelerine engel olmaktan başka işe yaramaksızın, endişe içinde bütün organları titriyordu.
Son aşamada kadına dua okunmuş kağıt parçalarını top yapıp yutturdular; bu kağıtları merhametli bir köylü kadın kol yeninden çıkarıp vermeye razı olmuştu. Ama boşuna, çünkü ecel saati gelmişti, görünmez Ölüm oradaydı, bu basit insanlarla alay edercesine, ihtiyarı kollarına almaktaydı.
Çok acı veren son bir kasılmayla Kaka-San’ın vücudu yana kaykıldı, sandığından yarı dışarda ve, gösteri sonrası bir kenara atılmış karagöz kuklası gibi, kolları sarkık olarak can verdi.
Son sahnenin oynandığı bu gölgedeki küçük mezarlık, sanki ilahlar tarafından seçilmiş ve kadın tarafından uygun görülmüştü.
Bu yüzden hiç tereddüt etmediler, oradan geçen birkaç köleyi de alıp mezarını kazmaya başladılar. Herkesin acelesi vardı, dini bayramı kaçırmak istemiyorlar ama bu zavallı ihtiyarı da kabirsiz bırakmak doğru olmazdı, zira hava sıcaklaşıyor ve sinekler üşüşmeye başlıyordu.
Yarım saat içinde çukur hazır oldu. Ölüyü omuzlarından tutup sandığından çıkardılar ve her zamanki arkası çıkık oturuşuyla toprağa verdiler.
Toto-San herşeyi kendisi yapmak istiyordu, ama aklı başında olmadığı için köleleri engelliyor, onlar da kör adamı kabaca iteklediğinde küçük çocuklar gibi ağlıyor ve fersiz gözlerinden yaşlar akıyordu. Ama hiç olmazsa ebedi yerlere giderken saçları taranmış mı bukleleri düzgün mü diye, üzerine toprak atılmadan önce elleriyle yokluyordu…
Dallardaki hafif ürpertiler, atalarının ruhları Kaka-San’ı Gölgeler ülkesine girerken karşıladıklarına işaret oluyordu.
İhtiyar kadın can çekişirken sandığın içini kirletmişti; köleler burunlarını tutup bütün bu bulaşık yorgan, çamaşır, kase ve fenerleri sandıkla beraber çukura dökmek istiyorlardı.
Ah! O zaman Toto-San tümden çılgına döndü; onun bütün hatırasını elinden alacaklarını anlayınca, ağlayarak sandıktaki eşyanın üzerine kapandı.
Tapınak bayramına dilenmek üzere giden başka bir kadın dilenci, oradan geçerken durup kör adamın haline acıdı: “Ben bunları derede yıkarım, merak etme,” dedi.
Toplaşmış olan insanlar, bu iki dilenciyi leyleklerin öttüğü o yeşil yalnızlıkta bırakıp tapınağa gitmek üzere yollarına devam ettiler.
Dilenci kadın derenin berrak suyunda herşeyi, hatta arabayı ve tekerleklerini, özenle yıkadı. Kaka-San’ın atıkları kıyı boyunca yeşermekte olan genç filizlere bereket vermek üzere akıp gittiler.
Sonra bunları güneş altındaki ağaç dallarına astı ve akşama kadar hepsi kurudu; artık Toto-San yola koyulabilirdi.
Arabanın koşum kayışlarını omuzlarına geçirip alışkanlıkla ilk adımlarını attı. Fakat, arkasındaki küçük araba boştu. Hayat arkadaşının yönlendirici gözleri, sesi ve zekası olmadan, amaçsız ve şimdi daha da sefil, ömrünün sonuna kadar bu dünyada yalnız kalmaya mahkum, aklında bir düşünce üretemeden, hedefsiz ve umutsuz, daha karanlık bir geceye el yordamıyla gidiyordu…

Ama yine leylekler yıldızlar altında daha koyulaşmakta olan yeşillikler içinde öterken, gece kör adamın etrafına çökerken, gündüz cenazeyi defnederken dallardaki aynı hışırtı yayılmaya başladı. Bu, atalarının ruhlarının ona bir seslenişiydi: “Teselli ol, Toto-San, o şimdi bizim de bulunduğumuz ve senin de birgün geleceğin o vadide tatlı bir uykuda dinleniyor. O artık ne yaşlı ne kötürüm, ne de çirkin; çünkü yer altındaki kökler onu sarıyor. Köklere hayat verirken onun vücudu giderek saflaşacak ve Kaka-San o güzel japon bitkileri, o sedir dalları, o bambu kamışlar ve o kamelya çiçeklerinden biri olacak…”
