2019 Oscar’larında En İyi Film ödülünü kazanan Yeşil Rehber (Green Book) için bir yol filmi diyebiliriz. 1962 yılında, ünlü siyahî piyanist Don Shirley (Mahershala Ali) ile bar fedaisi şoförü Tony Vallelonga (Viggo Mortensen)’ın güney eyaletlerine yaptıkları üç aylık turne yolculuğunun hikâyesi seyirciye aktarılıyor.

1960’ların, ırkçılığın, şiddettin hissedildiği, siyahîlerin eşitlik mücadelesi verdiği yıllar olduğunu biliyoruz. Güneye yolculuk eden siyahîler için adeta hayatta kalma kılavuzu olan Yeşil Rehber, 1930 -1960 yılları arasında, ABD’de güncellenerek yayınlanan ve içeriği güney eyaletlerinde siyahîleri kabul eden otel, lokanta, mağaza ve işletmelerin listesinden oluşan bir kitapçıktır.

Evli, iki çocuklu, eğitimsiz, siyahîlere karşı önyargılı, şiddete eğilimli, pisboğaz, sürekli sigara içen hatta ufak suçlar işlemeyi normal gören İtalyan göçmeni Tony ile varlıklı, ünlü, yetenekli, titiz ve prensip sahibi dâhi çocuk olarak yetiştirilmiş ünlü Afro-Amerikan piyanist Don Shirley, bu rehber kitapçığı yanlarına alarak bir dizi konser için güney eyaletlerine doğru yola çıkarlar. Yol boyunca karşılaştıkları olaylar, başlarından geçenler ikisini de değiştirecek, Noel arifesinde evlerine döndüklerinde artık aynı kişiler olmayacaklardır.

Film, izlemesi keyifli, sık sık güldüren, oyuncuların tamamına yakınının özellikle Viggo Mortensen ve Mahershala Ali’nin kusursuz performansları ile uzun süre akıllarda kalacağı garantisini verirken toplumların uğradığı ırk, etnik köken, deri rengi, inanç veya inançsızlık baskısının devam ettiği ve her geçen gün bunlara bir yeni ayrımcılığın eklendiği günümüzde, neyin değiştiğini neyin değişmediğini düşündürten bir senaryo üzerinden sahneye aktarılmış gibi görünse de yönetmen Peter Farelli gerçeklerden kaçan, muhafazakâr mesajlı bir son tercih etmiş. Böylelikle ırkçılığın bireylerin kötü önyargılarında olduğunu, onlar eğitilirse bunun ortadan kalkacağını söylemek istemesi olumlu bir mesaj olsa bile gerçekleri göstermiyor.

Sağlam bir senaryo üzerine kurulması, senaryo sıkıntısı çeken Hollywood için, şüphesiz bir kurtarıcı olmuş; üç kişilik yazar ekibinde Nick Vallelonga’nın bulunması, babası şoför Tony Lip’in gerçek öyküsünü seyirciye birebir aktarması, filmin elini güçlendirmiş, oyunculuğun mükemmeliyeti dönem kostümleri, araba modelleri ve mekânların titizlikle seçimi ile birleşince ortaya Amerikan halkını rahatlatan, güldüren, vicdanlarını temizleyen, “artık böyle renk ayrımcılığı geride kaldı çok şükür, (Obama’yı da başkan yaparak bunu kanıtlamıştık zaten…)” imajı veren bir film çıkartarak en iyi film ödülü ile taçlanmıştır. Film, teknik, artistik ve sürükleyicilik açısından kusursuzdur gerçekten.

Hikâyeyi, ‘zıtlıkların birliği’ prensibi üzerine kuran yönetmen Peter Frelly’nin, ilk sahneden son sahneye kadar olay akışını bu damarı hiç bozmadan sürdürerek getirmiş olması, birbirine her alanda her şeyde zıt olan iki ana karakterin süreç içinde nasıl sivri yanlarını törpüleyerek yavaş yavaş değiştiğini, farklılaştığını Viggo Mortensen ve Mahershala Ali’nin seyirciye şapka çıkartan performansı eşliğinde ve görüntü yönetmeni Sean Porter’ın özellikle güney kırsalındaki çekimlerde yakaladığı nefis görüntülerle tamamlayarak ekip çalışmasının kusursuzluğunu, sağlam bir senaryonun bileğinin kolay kolay bükülemeyeceğini vurgulamış olması filmin artılarından biri olduğu söylenebilir. Fast food yemeyen, sigara içmeyen, lisanını kusursuz kullanan, kuzeyde ırklar ve hatta sınıflar üstü olan piyanistin güneye indikçe değişime uğradığını görüyoruz. Eşcinselliğin cezalandırıldığı güneyde bir gece saunada ‘suçüstü’ yakalanması, Tony’nin karakola vardığında piyanisti çıplak ve erkek arkadaşıyla bir köşede otururken görse bile bunu sıradan bir olaymış gibi önemsememesi, yargılamaması Don Shirley ile aralarındaki dostluğu kuvvetlendirirken karısına yazdığı mektupların da Don Shirley’nin müdahalesiyle giderek imlâ hatasız ve duygu yüklü olmaya başlaması, ayrıca piyanistin fast-food’un yenilebilir bir şey olduğunun farkına varması gibi karşılıklı etkileşimlerin seyirciye veriliş kıvamı diğer bir artısı. Olumlu yanları çoğaltabiliriz. Fakat dikkatli izleyici, yönetmenin ideal ve huzurlu toplum formülündeki sırrın, ortak inanç ve aile mutluluğunda olduğunu, özellikle bu işin, fedakâr, erdemli, kocasına âşık, şefkatli bir anne, hümanist, ırk ayrımı gözetmeyen hatta geniş akrabaları için saçını süpürge eden adeta melek mertebesine tuttuğu kadının; Tony’nin eşi Dolores’in (Linda Cardellini) omuzlarına yüklediğini ve film boyunca çarpıcı sahnelerle izlediğimiz ırksal, sınıfsal kır-kent, kuzey-güney, siyah derili, kahverengi derili, beyaz derili farklılığının, ancak “Mutlu Noeller!” diyerek yılda bir kez de olsa İsa’nın birleştirici gücüne sığınarak ve kendilerini değiştirmeleriyle mümkün olabileceğini, seyircileri evlerine vicdanı rahatlamış ve mutlu bir ruhla göndermeyi amaçladığını gözden kaçırmayacaktır. Amacına ulaşmış olduğu, Toronto film festivalinde aldığı izleyici ödülü ve ardından en iyi film dalında aldığı Oscar heykelciğinden belli değil mi?

Gönül Jilani