Babam odasından yüksek
sesle bana sesleniyordu. Önce uyku mahmurluğundan anlayamadım. Saate baktım 10:40.
– Kalk sabah oldu!
– Tatil!
– Kalk artık öğle vakti yaklaşıyor.
– Geç kalkmaya hakkım var. Çalışıyorum.
– El kapısı var.
– Anlamadım?
– Öğleye kadar yatmamalısın, el kapısı var, diye tekrar edince, öfkemden uykum açıldı.
Anadolu tabiri, gelinlik çağına gelmiş kız çocuklarının gelin gideceği evdi el kapısı. Kafamda şimşekler çaktı sanki.
– Of be baba! Hangi devirdeyiz! Bu devirde! El kapısı kaldı mı?
Kahkahalarla güldü babam. Gevrek gülüşü kulaklarımı çınlattı.
“Allah Allah” diye söylenerek kalktım. Uykum açıldı açılmasına da, yüzüm de asıldı. Lavaboda yüzümü yıkarken, “Bu babam ablamlara böyle yapmadı,” diye homurdandım. Ablalarımın çalışma hayatı olmadan, erkenden evlendiler. Şaka yapacak takılacak kimse kalmadığından beni böyle uyandırması…
Annem “Uğraşma benim kızımla”, dedi.
– Anadolu adetleri mi kaldı anne? Anadolu’da yaşayan kızlarla aramda dağlar kadar fark var. İçimde boşluk oluştu. Özgürlüğüm… Hayallerim…
İlk işe başladığım yıllarda, cumartesi günleri yarım gün mesai yapıyordum. Hafta sonu tatili bir buçuk gündü. Altı ay sonra, tam gün resmi tatil yasası onaylanınca, iki gün tatil olması çalışanlar için muhteşemdi. Cuma gecesini arkadaşlarımla Beyoğlu’nda geçirince, doğal olarak, cumartesi günü geç kalkmak istemiştim. Kafamda muhakeme yaptım. Babamın davranışını sorgulamaya başladım.
İstanbul’da yaşamanın avantajını kullanıyordum tabi ki, para kazanmanın özgürlüğü de vardı. Sinema, tiyatro, konser gibi eğlenceleri kaçırmak istemezdim. Sigaramı yakıp biramı rahatlıkla içebilen bir gencim.
Oysa çalışmayan kız çocukları, geçimini sağlayan baba evinden gelin gideceği koca evine göre yetiştirilebilir. Sabahları erken kalkıp kahvaltıyı hazırlamak, tüm ev işlerini düzenlemek, kayınvalidesine, kayınpederine hizmet etmek gibi…
Böylesine farklı biriyle babamın beni bağdaştırması hiç hoşuma gitmemişti.
Benim için hayat tozpembe… Gençlik… Güzel günler…
Yaklaşık bir yıl sonra nişanlandım. İki ay sonra da düğün hazırlıklarına başladık. Düğün yaklaşırken, paralı kısa süreli zorunlu askerlik gündemdeydi. Nişanlım iş değişikliğinden vazgeçerek kısa dönem askerliğini yapmak istedi. Nikâh günümüzü önceden aldığımız için, öyle bir hâle geldi ki şartlar, Anadolu’ya gelin gideceğim ve nişanlımın ailesiyle bir süre beraber oturacağım kesinleşti.
Dile getiremediğim karmaşık duygular içindeydim. Endişeyle yeterince dolmuştum. Kısa süre de olsa nişanlımın doğduğu şehirde ailesiyle yaşamak gerçeği beni korkuttu. Hele ki iş hayatıma evlilik nedeniyle ara vermek. İstifa etme düşüncesiyle uykularım iyice kaçmış, suratım asık, yüzümde kararsızlık, evin içinde boş boş dolanır olmuştum. Şaşkın bakışlar üzerimde, “Mutsuz musun?” diye soranlara cevabım, “Tereddütlerim var.” oluyordu. Annem de, benim özgürlüğüme düşkünlüğümü bildiğinden, düşüncelere gark olmuştu.
Çelişkiler içinde zaman ilerlerken bir gün, odamdaki camın önünde oturmuş, yağmurun pencere camına çarpışını izleyip kafamdaki sorulara cevap arıyordum.
“Nasıl yaparım? Orada nasıl yaşarım?” diye kara kara düşünürken, annem odama geldi.
– Adetleri bizden farklı. Senden ev işleri yapmanı bekleyebilirler. Dedi.
– Yok artık!
Desem de omuzlarımın aşağı doğru düştüğünü hissettim. Annem söyleyeceklerinden vazgeçip hemen odadan çıktı.
Sayılı günler çabuk geçmişti. Düğün gününden bir önceki gün, cumartesi günü tüm aile sabah kahvaltı masasında yerini almıştı.
Her zaman olduğu gibi babam çok neşeli, yine gevrek gevrek gülüyordu. Anneme kardeşlerime şakalar yaptı. Şaka ile takılma sırasının bana geldiğini hissettim. Bana yüzünü dönüp gülümseyerek kulağıma eğildi. Masada oturanların duyabileceği alçak ses tonuyla, biraz muzipçe;
“İşte şimdi! El kapısını göreceksin!”
Güner Başaytaç