Odamdaki masada oturmuş, önümdeki bilgisayardan nehre balık avlamaya giden bir adamın hikâyesini yazmaya çalışıyordum. Göle doğru, oltası omzunda yürüyen balıkçının, yolda gizemli bir ihtiyarla karşılaşması sahnesinin bulunduğu bölümü kurgulamakla meşguldüm. Evde bir gürültü koptu. Ev arkadaşımla sevgilisinin yan odada birbirlerine bağırdıklarını duydum. Sesleri duyar duymaz bulunduğum masada irkilip, tartışmanın yaşandığı odaya hızla girdim. Ahmet’le sevgilisi Fulya’nın birbirlerine hakaretler yağdırdığı konuşmanın özeti şöyleydi: Masada oturmuş kahvaltı yaparken, aralarında kahvaltıda neler yiyeceklerine dair bir tartışma çıkmıştı. Fulya Ahmet’e kahvaltı sırasında ‘niye öncelikle reçel, bal vb. şeyleri yiyip, iştahını kapatıyorsun’ diye kızmış, Ahmet de ‘kahvaltıda istediği her şeyi, istediği zaman yiyebileceğini’ söyleyip Fulya’ya bağırmaya başlamıştı. İkisi de söylediklerinde inat ettiği için tartışma giderek büyümüştü. Hemen aralarına girip, böyle sudan sebeplerden dolayı birbirlerine karşı kırıcı davranmamaları gerektiğini hatırlattım. “Siz ilişkinizde ne büyük badireler atlattınız. Önemsiz şeyler için birbirinizi kırmayın” dedim. Fulya ile Ahmet, bir an düşündü. Ne kadar gereksiz bir tartışmanın içerisinde olduklarını bakışlarıyla belli edip, kafalarını sallayarak beni onayladılar. Birbirlerine sevgiyle bakıp, sarıldılar. Odadan sessizce çıktım.

Mutfağa gidip, kaynattığım suyla hazırladığım demli poşet çayı alıp, yeniden odama döndüm. Hikâyemdeki balıkçı henüz nehir kenarına inmemişti. Hikâyeyi nasıl derinleştireceğim konusunda endişelerim vardı. Çalışmanın en can alıcı yerinde odadan çıkmak zorunda olmak motivasyonumu yerle bir etmişti. Gözlerimi kapatıp, biraz sakinleşmeye çalıştım. On dakikalık dinlenmenin ardından yeniden gözlerimi açıp, çalışmaya devam ettim. Balıkçının karşılaştığı derviş kılıklı adamın gizemli hikâyesi ile bu hikâyenin balıkçıyla ilişkisini kurgulamam gerekiyordu. Oltasıyla nehre doğru yürüyen balıkçıyla birlikte bahar rüzgârının hafif esintisini de alnımda hissetmeye başlamıştım.

Çalışma masamın yanındaki pencereden gayri ihtiyarı sokağa bakınca birkaç kişinin hızla koştuğunu gördüm. ‘Biri baygınlık geçirmiş olmalı, umarım önemli bir şey yoktur’ diye düşünüp, çalışmaya devam ettim. Sokaktaki gürültü giderek arttı. Ayağa kalktığımda kalabalığın içerisinde dört bir yana yumruk sallamaya çalışan kardeşim Deniz’i görmenin şaşkınlığıyla yerimden hızla fırladım. O anlarda nasıl evden hızla çıkıp merdivenlerden indim, sokağa fırlayıp kardeşimi kalabalığın arasından nasıl çekip aldım, onları da nasıl sakinleştirdim anlamadım. Eve dönünce Deniz odasına çekilip, “Abi çok yoruldum, biraz dinleneceğim.” dedi. İyi olmasına sevinmiştim. Ben de “Dinlen tabii ki zor anlar yaşadın” dedikten sonra neden kavga ettiklerini bile sormadan yeniden odama çekildim.

Hikâyedeki ihtiyar adama ne olmuştu. Dere kenarında yürürken, neler hissediyordu. Hatırlayamadım. Biraz dinlenmemin bana iyi geleceğini düşünerek kanepeye uzandım. Bu kez de üst kattan sanki bina üzerime yıkılıyormuşçasına bir gürültünün kopmasıyla birlikte yerimden fırladım. Hızla evin çıkışındaki merdivenlere yöneldim. Komşularımızdan birine rastlasaydım, kafamdan yukarıya doğru yükselen dumanları rahatlıkla görebilirdi. O anda belleğimde Yılmaz Güney’in, “Eskiden bilmezdim yalnızlığı / bir ağaç nasıl yalnız değilse ormanında” dizeleri canlandı. Merdivenlerden üst kata doğru tırmanmaya çalışırken kafamda binlerce kelimenin üzerime hücum ettiğini, balıkçı ve dervişin asık suratlarıyla beni linç etmek için üzerime doğru hızla koştuklarını gördüm. Şaşkınlıkla etrafıma bakınıyordum.

Hakan Kizir