Baştan aşağı gelincikle donanmış bir ovada, yeşille kırmızının ritmine kendimi kaptırmışken ufuktan bir beyaz atlı katılıyor dansıma. İşte o, beni almaya geldi heyecanıyla kalbimin gümbürtüsü sarsıyor tüm bedenimi. Gözlerimi ayırmadan takip ettiğim atlının, dörtnala gelip filmlerdeki gibi beni atının terkisine bindireceğinden emin, bembeyaz elbisemin eteklerini bacaklarımın arasına sıkıştırmaya, kollarımı ona doğru uzatmaya hazırlanıyorum. Evet, işte o an geldi diye yüreğimden boğazıma yükselen çağlayandan arda kalan sadece yanımdan teğet geçerken kulaklarıma dolan nal seslerini oluyor. Ellerim, yokluk nasıl bir şey hayretiyle gökyüzüne uzanadursun hayallerimin atlısı, kısa sürede bir noktaya dönüşüyor. Önce ardından bakakalsam da çığlıklarımın ovanın dört bir yanına dağılmasına eşlik eden ellerim bir bakıyorum ki sarı saçlarımla dolmuş bukle bukle. Kendimi yere atıp dövünmem, üstümdeki beyaz, kırmızı-yeşile çalsın diye bir o yana, bir bu yana devinimlerle büyük gayret sarf ediyor. İncecikten başlayan yağmurun bir iki dakikada sağanağa dönüşmesinde üst üste çakan yıldırımların rolünü benim gibi gelincikler de sevmeyip kırmızı yapraklarını aşağıya salıvermek zorunda kalsalar da simsiyah başlarını dik tutmanın gurunu inatla sürdürüyorlar. Islanmış elbisem, daha fazla su kaldıramayacağının sinyalini etek uçlarına verirken sığınacak bir ağaç arama telaşına düşürüyor beni. O an tüm ovaya babamın sesi doluyor: Kızım sakın yağmurda ağaç altında durma. Meğer minik bir kıza dönüşme vaktim gelmiş. İki yandan örgülü sarı saçlarım yüzünden iyice ortaya çıkan çillerime yalamaktan vazgeçemediğim horoz şekerinin kırmızısı bulaşıyor zaman zaman. “Olur babacığım, durmam ama sen niye yanıma gelmiyorsun, niye beni bıraktın?” diye yağmura karışan gözyaşlarımla ovanın bir ucundan bir ucuna sürüklemeye başlıyorum minik ayaklarımı.

Kan ter içinde gözlerimi açtığımda yatağımda olduğuma şükretmemin yanında akşamları albümlere bakmaya bilmem kaçıncı kez tövbe ediyorum. Tüm suç duvarlarda. Hainler! Dörder dörder birleşip üstüme üstüme geldiler yine dün akşam. Akreple yelkovan da onlardan aşağı değil. Zamanla mahkemelik gibi çekişip dururlar hep. Ne televizyon oyalıyor beni, ne fındık, fıstık atıştırmak. Değil saatler, dakikalar geçmez olunca özlemi ister istemez konuk ediyorum gönlüme. İşte o zaman anılara gömülürüm elimde kırk yıllık hatır sahibi kahvemle. Gelsin albümler, gelsin geçmiş yıllar, tüm sülâle, annem, babam, kocam, çocuklarım. Allah niye benim canımı almadı da onunkini aldı dediğim Selim’im. Nasıl yakaladı onu o hastalık? Ellerimde gitti yavrum. Öpüp kokluyorum fotoğraflarını. Ağlıyorum, ağlıyorum. Dayanamayıp koynuma alıp yatıyorum. Sonra bölük börçük toplam belki iki saat ya uyurum ya uyumam. Arada rüyalar, kâbuslar… Gündüzler iyi kötü geçiyor da ah bu geceler!

Kahvaltıyı edip bugünlük de şoförüm olsun diye kapıcı Arif’i çağırmalıyım. Dün halledemedik şu rapor işini. Benim yüzümden oldu. Sallandım biraz. Aslında ben de masumum. Önce haklarımı öğreneyim diye adliyeye gidelim dedim. Gidince de anılar peşimi bırakmadı.

Yıllar sonra aynı yerdeydim, aynı masada, önümde aynı yemek… İskender kebabı… Kokusunu buram buram hissetti burun kanatlarım. Etlerin, kızmış tereyağını cızırdayarak sinesine çekmesini görüp oh demeyen insan kesinlikle vejetaryendir. İlk lokmayı ağzıma atarken, gözüm tırnaklarıma takıldı. Maniküre gitmeyi bile unuttum bunların yüzünden.

Hani o gün yediklerimizin damağımızda bıraktığı? Bu tat, o tat değildi. Her şey değişti. Bir inat uğruna boşanmaya kalkıp hâkimin bizi barıştırdığı gün soluğu adliyenin karşısındaki kebapçıda nasıl da almıştık. Boşanmanın kıyısından dönmek, insanın bu kadar mı iştahını açardı? İkişer porsiyon iskender, ikişer porsiyon içli köfte, arada giden gelen atıştırmalıklar, yetmedi üstüne ikişer künefe. Hani “boşan da semerini ye” derler ya; biz oradaki “boşan” sözcüğünü işimize geldiği gibi anlamıştık sanki. O sırada masada bir semer olsa fark etmez, onu da yiyebilirdik. Artık sadece görüntü ve koku vardı. Nerede kalmıştı o iştahım? Keşke Arif’e daha çabuk dönmesini söyleseydim diye düşündüm. Karşıma oturtsaydım o yedikçe benim de yiyeceğim gelirdi belki.

Zayıflıktan yüzüklerimin düştüğü parmaklarıma takıldı gözlerim. Hani değerleri çok yüksek olmasa çıkar at diyor şeytan. Kızıma vermediğime sevindim. Takıp takıştırıyorum diye yüreğim yağ bağladı. Boşanmadan vazgeçince doğurdum kızımı. İyi bir evlattı aslında. Ağabeyine ne kadar yanmıştı. Ta ki o damat olacakla evlenene kadar. Yine fişfiklemişti kızımı işte. Akıl sağlığı raporu alacakmışım. Alırım dedim. Turp gibiyim ben daha turp. Alıp yüzlerine çarpmak en büyük isteğimdi dün. Azıcık hayır işlerine para harcadım diye benim gibi kadına reva gördükleri muameleye öyle kızdım ki. Duyan da üç otuzuna gelmiş bunak zanneder beni. E, onların da evlatları var; göreceğiz bakalım. Aklıma akrabaların aracı olmaya çalıştığı o adamla buluşmak geldi birden.

Ardından, ölenle ölünmüyor lafı yokladı zihnimi. Kocamın ölümünden sonra altı ay gözyaşlarımı hiç tutamamış biri olarak, böyle ümitlerimin olma korkusu yine sardı benliğimi. Rahmetlinin ara sıra “Sen durmaz evlenirsin benden sonra,” diye gönlüme ta o zamanlardan ipotek koymasından belki de bu korkum. Ne zaman evlilik düşünsem, sen bu değilsin diye sitemim o yüzden kendime biliyorum.

Dün rapor işlemleri için hastanede az sinir olmadım. Buluşayım o adamla da görsünler. Buna lâyık o kızım olacak budala ve domuz suratlı kocası. Ama aklıma takılan bir şey var. Rüyada ova görmek ne diye baktım. Ovada gezinmek olarak buldum tabiri. O da aşk hayatımın oldukça atraksiyonlu geçeceğini fakat olumsuz bir şey yaşanmayacağını ifade ediyormuş. Ben gezmek ne kelime; süründüm ovada. Ne yapsam vazgeçsem mi adamla görüşmekten? Bu yaştan sonra değil atraksiyon kaldırmak rüyasını görmek bile beni mahvetti. En iyisi akşamları albümlerle, geceleri ise yine rüyalarla, kâbuslarla paylaşmaya devam… Gördüğüm rüya yol gösterdi belki bana. Ha bir de gelincikler var tabii. Onların rüya tabirine de siz bakın merak ettiyseniz. Ya da bir şiirimden dizeler geldi aklıma tüyo olarak:

“hüzün bulutları yüklü bizim sevda masalımız
gelincik tarlasına tohum oldu örselenmiş aşkımız
kırmızıya âşıktır ya aşk
işte buldum der
bilmez ki ters döndürülen her gelincik olur heder”

Sevgi Ünal