Baharın, insana yeni umutlar verdiği bir günde ne olur ne olmaz diye özene bezene ambalaj yapıp koltuğumun altında korumaya aldığım çalışmamla tramvaydan inip o uhrevi mekâna ayak bastığımda her zamanki duygularımla bir kez daha dolduğumu hissederek ciğerlerimin en ücra köşesindeki alveollerime dek gidecek derin bir nefes alıp kendimi tarihin ortasına atıvermenin mutlulukla karışık hüznünü yaşıyordum. Mevsimin çiçeği ile çeşitli şekillerde belediye tarafından hazırlanan tarhlardaki renk curcunası, önce gözlerime sonra ruhuma hitap ederken meydanın tarihsel zemininin bende yarattığı ürperti ve sevinç karışımı duyguların o gün lâlelerle bir kat daha katmerleşmesiyle adeta bir sarhoş gibi belki de yalpalanıp durarak yerdeki her karoya hakkını veren kısa adımlarla Alman Çeşmesi’ne varabildim. Çevresinde birkaç tur atarak bundan önce bilmem kaç kez incelediğim çeşmenin önünde meydanın sonunu ufuk kabul edip bakar dururken etrafımdaki büyük lâle öbeklerinin pembe, bordo, beyaz, siyah, sarı, sarı kırmızı, turuncu renklerinden kırmızının kopup çevreye yayılmayı görev bilirmişçesine gözlerimin önünü getirdiği Roma imparatorunun sağ elini kaldırıp başlattığı katliam sahnesine, aslanların ortada birbirlerine sımsıkı yanaşmış esirlerin üstlerine iplerini koparmışçasına, sivri dişlerine gelecek kadar yelelerini savura savura koşmalarına tanık olmaya dayanamayacağıma karar verip tarihin o kan yüklü ince tülünü sıyırarak Sultanahmet Meydanı’nın bugününe dönebilmeyi başardım. Bu halimin devamı için bence gözümü bir süre lâlelerin üstünden ayırmamalı, uzun uzun seyretmeli, gideceğim yere, biraz önce uzandığım M.S. 200’lü yılların bana hissettirdiği gaddarlığını unutup girmeliydim ama yine de kulaklarıma arenadaki eğlencenin doruğundaki Romalı seyircilerin çığlıkları, önümden geçen sarı bir kediyi bile aslana benzetmeme sebep olurcasına peşimi bırakmak istemiyor onlardan nostalji kokan dekoruna sığındığım kafedeki çay bardağının üstünde bir devre adını veren lâle figürünün derinlerine doğru yol almak, kaybolacaksam asıl o ihtişamın içinde kaybolmak için çabalayıp duruyordum. Öyle ya önüm, arkam, sağım solu bu güzelim çiçekle doluyken Divan şairi Nedim’in ta lise çağlarımdan usumda kalmış “erişti nevbahar eyyamı” dizesiyle başlayıp “çerağan vakti geldi, lâlezarın didesi ruşen” diye devam eden şiirinin bestelenmiş halini için için söyleyip silkinmem gerekmez mi düşüncesiyle ayağa kalktığımda üstümde narçiçeği renginde, işlemeleri altın simden bir ferace, boynumda değerli bir gerdanlık, başımdaki açık leylak rengi hotozdan yüzümün iki yanına inip sadece Arabistan’dan gelmiş ismid sürmesi çekilmiş gözlerimi açıkta bırakan pamuk şekeri renginde yaşmak ve elimde dantellerle süslü bir güneş şemsiyesiyle aynı şarkıdaki gibi etrafımı çerağan sarmış bir durumda zamanında adı At Meydanı olan bu baştan aşağıya büyük abartılarla süslenmiş mekânda Şehzade Mehmet’in kutlamaları tüm şehre yayılmış ve elli gün süren o muhteşem sünnet düğününün bilmiyorum kaçıncı gün konuğu olarak hangisine bakacağımı şaşırdığım etkinliklerden ilk gözüme çarpan soytarıların komikliklerine gülüp öbür yandan ip üstündeki cambazların yüreğimi ağzıma getiren gösterilerini seyredip sünneti yapan vezir cerrah Mehmet Paşa’nın altın tabakta şehzadenin babaannesi Nurbanu Sultan’a gönderdiği sünnet derisi karşılığında aldığı üç bin altın bahşişin kulaktan kulağa yayılmasına tanık olup ziyafet köşesine yönelirken tatlım, bol şerbetli vezirparmağı mı, hanımgöbeği mi yoksa zerde mi, sultan helvası mı olsun diye düşünüp iştahlandığım tatlılarından tatmadan önce yufkalı darüzziyafe köftesi mi yesem yoksa mutancana mı, süt kebabı mı diye telaşında bir yandan da gösteri yapan,  giysi ve aksesuarlarıyla göz alan at ve atlıları her an üstüme gelecek gibi hissediyordum. Gece yapılacak fener alayına da mı katılsam diye heves ederken koltuğumun altında sıkıştırdığım çalışmamın sivri uçlarıyla kendime gelip karşıma çıkan Dikilitaş’ın tüm ihtişamıyla yükselmesine aldırmadan kapının yanındaki erguvan ağacına gözüm takılarak heyecanımı bastırmak için yüzüme yerleştirdiğim gülümsemeyle tarihi binaya girdim. Acele etmesine etmiştim ama ilk kez böyle bir sergiye katılacağımdan bir türlü bastıramadığım heyecanımın had safhada olduğunu kalbimin gümbürtüsünü boynumda hissederek anlamam biraz sonra karşılaşacağım, gelmeden önce uzun süre fotoğraflarına baktığım, hayatı hakkında bilgi edindiğim her ne kadar uzun beyaz saçları olsa da duruşu bana sert gelen, aşağı yukarı benim yaşlarımda, bir erkek için oldukça modern giysiler ve takılar kullanan, sergiyi düzenleyen kişinin karşısına elimdeki çalışmamla çıkmakta tereddütlerimi, asılmaya başlamış eserlere göz atarak yenmek istesem de büyük bir hata yaptığımı anladım. Aman Allah’ım böyle muhteşem eserlerle karşılaşacağımı bilsem değil bu binaya Sultanahmet Meydanı’nın kenarına bile uğramazdım diye düşünerek hayret ve hayranlıkla karışık serginin konusu erguvanın zarifliğini ortaya çıkaran, sanatın tüm yönlerine eğilmiş bir o tabloya bir bu tabloya gezer dururken erguvana en çok yakışan sanatın, tezhip olduğuna karar vermekte zorlanmadığımı, o ince ince işlenmiş harflerin, desenlerin narinliğinin erguvanların renk ve biçim ahenginde adeta eritildiğini, serginin yan konusu olan Japon kiraz çiçeği sakuranın da hakkını vermek gerektiğini kafamdan geçirip onunla ilgili tablolara da özenerek bakarken omzuma bir elin değmesi ve “Çok beğendiniz değil mi?” demesiyle irkilince “Evet,” diyerek geri döndüğümde Hasan Bey’i karşımda bulmamla elim ayağım birbirine karışarak bir yandan da kekeleyerek “Çok güzeller, muhteşemler!” deyip dururken koltuğumun altındakini nereye saklayacağımın kaygısıyla ezilip büzüldüğüm sırada o mavi gözlere çoktan yakalanmış olduğunu görüp çaresiz ambalajından çıkararak kendimin bile duymakta zorlandığım bir tonda “Ben de naçizane bir şeyler çalıştım erguvanla ilgili,” diye söylediğimde Hasan Bey, adını İstanbul’da Erguvan Yedi Tepe Bir Cihan koyduğum elimdekini alırken yerin dibi olsa gerçekten de batsam dercesine ufalıyordum ki tok ama gayet nazik bir sesle “Senelerdir ilk kez bir ahşap yakma eserle karşılaşıyorum erguvan sergimizde, ne kadar güzel, emeklerinize sağlık, İstanbulumuzun kadim ağacının, çiçeğinin bir de böyle değerlendirilmesi ne hoş olmuş. Sizden ricam, aynı formatta Japon kiraz çiçeğini de çalışabilir misiniz, o öksüz kalmasın, hem sergimiz zenginleşsin hem de sanırım fotoğrafları ve övgülerini takip ediyorsunuzdur yılların dostluğunu sürdürdüğümüz Japonların sergimizi ziyaretlerinde konukseverliğimiz adına ne güzel bir jest olur, ne dersiniz?” diye sorunca hayretler içinde kekelemem daha da artarak -kesin beni kekeme sanmıştır- çalışmaya hemen başlayacağımı söyledim mi söylemedim mi ben de bilmiyorum ama binadan çıkarken içimde birkaç gün sonra açılacak sergiye sakura çalışması yetiştirecek bir sanatçı havasında üstüme çoktan sevimli minik ejderha motifli mor kimono, minik ayaklarıma parmak arası sandaletlerimi geçirmiş, siyah saçlarım birkaç saç çubuğuyla toplanarak topuz olmuş, dudaklarım koyu kırmızı rujla küçülmüş, bir elimde bonsai desenli ipek yelpazem diğer elimde birçok rengin birleşimiyle ebru desen kazanmış kâğıttan şemsiyemle kapının yanında duran erguvan ağacına gözlerimi olabildiğince kısıp çekik bir görüntü oluşturarak derin bir gülücük gönderip bir tutam erguvanını kulağıma sıkıştırıversem de tramvaydan Eminönü’nde indiğimde yapacağım ahşap yapma çalışmamın malzemesi kavak levhamı ve boyalarımı alacağım dükkâna doğru adımlarımı hızlandırırken akşama ne pişirsem diye düşünen tipik ev kadını halime çoktan dönmüştüm.

Sevgi Ünal