Beş yaşımdayken gitmiştik babamın görev yeri olan köye. Tokat’ın Zile ilçesine yaklaşık bir saat uzaklıktaki Yalınyazı Köyü’ydü burası. Büyük bir köy olduğu söylenebilirdi. Sonradan belediye yapıldığını öğrenmiş ve çok sevinmiştim. Tarihi eserleriyle bilinen bir köydü. Almanya’dan gelen bilim insanları köyün yakınındaki tepelik alanda Hititlerin ilk yerleşim alanlarından biri olarak bilinen yerde kazılar yapardı. Ekibin çalıştığını öğrendiğim zamanlarda kazının yapıldığı tepeye çocuksu bir merakla gider, ellerinde kürek ve fırçalarla çalışan arkeologları ilgiyle izlerdim. İki kadın ve beş erkekten oluşan arkeologların iş disiplini beni çok etkilerdi. Havanın sıcak olmasına aldırmadan saatlerce çalışırlardı. Akşam hava kararmaya yakın, kazı yaptıkları alanın etrafını taşlarla çevirip evden getirdikleri malzemeleri topladıktan sonra, ertesi gün yeniden gelmek üzere kazı alanından ayrılırlardı.

Köyde büyük bir bahçesi olan taş bir evi kiralamıştı babam. Ablam ve abimle birlikte evin arka bahçesinde oyunlar oynardık. Abim benden beş yaş büyüktü. Yakan top, ip atlama, beş taş, cüz gibi oyunları keyifle oynadığımız zamanlarda okul arkadaşlarımızla komşumuzun kızı Serap da bize katılırdı. Serap, bizim evde vakit geçirmeyi severdi. Evimizin oturma odasındaki kuzine sobanın arkasında duvara yapıştırılmış gazetedeki fotoğraflara bakar, kafalarına havalı şapkalar takmış kadınları ilgiyle izlerdi. Gazetenin üzerinde Erol Evgin’in “Bir Tanem Söyle Canım, Ne İstersen İste Benden..” sözleriyle başlayan şarkısını, birlikte yüksek sesle söylerdik. Bu şarkıyı ne zaman duysam, çocukluğumun mutlu günlerine götürür beni. Annem Serap’a kuzine sobasının fırınında özenle pişirdiği Amasya yöresine has haşhaşlı çöreklerden verir, elinde taşıdığı çörekle evden çıkan Serap; bir yandan çöreği ısırarak yerken, bir yandan da ip atlayan çocuklara merakla bakardı.

Evin ön bahçesinde kerpiçten duvarların araları yer yer yıkılmış, hemen yanı başındaki yoldan bahçenin içindekiler rahatlıkla görünebilir hale gelmişti. Evimizin önünde büyük bir dut ağacı vardı. Elma ağaçları da evin önünde bulunan üçgen şeklindeki bahçe duvarının kenarlarına sıralanmıştı. Evimizin sol tarafında köyün ilkokulu vardı. İlkokulla bulunduğumuz ev arasında taşların üst üste konulmasıyla yapılmış, yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğinde ve yüz metre uzunluğunda büyük bir duvar vardı. Duvarın diğer tarafında iki katlı ilkokul binası ile hemen yanında tek katlı müstakil bir ev vardı. Bu evde okulun müdürü Şenel öğretmen kalırdı.

Köye taşındığımız zaman elektrik ve su yoktu. İhtiyacımız olan suyu, arka bahçemizden gidilen yolun hemen aşağısındaki çeşmeden eve bidonlarla taşırdık. Çeşmeye birlikte gittiğimiz günlerde suyun bidonlara dolmasını beklemek yerine dereye inip, yaban ördekleri ile evcil ördeklerin suda yüzmesini ilgiyle izlerdim. Bazen derenin kenarındaki taşları toplayıp, yüzdürdüğüm de olurdu. Taşı birkaç kez sektirmek hoşuma giderdi. Güneş ışınlarının derenin üzerindeki yansımalarını izlerken, kuş cıvıltılarının her yanı sardığı bu köyde yaşamaktan memnun gülümserdim. Söğüt ağaçlarının nehre doğru uzandığı dere kenarında gezmeyi çok severdim.

Sabah kahvaltısını erken saatlerde yaptığımız günlerden birinde, evden hızla çıkıp dere kenarına inmiştim. Bidonla su almaya gittiğim günlerden biriydi. Yedi yaşındaydım o zamanlarda. Yaklaşık yirmi tane yaban ördeği çığlık çığlığa alçalarak dere kenarına indi. Bir kısmı sularını içtikten sonra yeniden havalanıp gözden kaybolurken, geride kalanlar da söğüt ağacının kuru dalları arasına yaptıkları yuvalarına sığındı. Kahverengi ve mavi renklerin hâkim olduğu bir ördek, ağaçların arasına kuru dallarla daha önceden yaptığı yuvanın üzerine çoktan yerleşmişti. Ben de dalların arasından ürkütmemeye çalıştığım ördeği gözlüyordum. Yaklaşık yarım saatlik beklemenin ardından çalılıkların arasında ustaca çıkan ördek, gökyüzüne havalandı. Ağaçların arasında sessizce ilerledikten sonra, yuvaya geldim. Çalıların arasındaki yumurtayı fark edince heyecanım giderek arttı. Etrafı yeniden kolaçan edip, kimsenin o civarda olmadığına ve beni göremediğine emin oluncaya kadar bekledikten sonra sessizce yuvaya süzüldüm. Yuvada üzeri bembeyaz kocaman yumurtayı kaptığım gibi, hızla uzaklaştım. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Size söylemeyi unuttum, ördek yumurtasını çok severim ben. Sol elimdeki yumurtayla dere kenarından ayrılıp, daha önceden suyla doldurduğum bidonu sağ elime alarak yürüdüm. Elimde taşıdığım yumurtayı kırmamak için büyük bir özenle taşıyordum. Yaklaşık dört yüz metre uzaklıktaki evimizin kapısından hızla girdim. Su dolu bidonu mutfağa bıraktıktan sonra elimdeki yumurtayla annemin yanına yaklaştım.

Annem her sabah erkenden kalkıp sobayı yakar, ardından kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa giderdi. Odaya girdiğimde sobaya odun atmakla meşguldü. Akşamları üzerinde nohut kavurduğumuz sobanın sıcaklığını bütün bedenimde hissederek hemen yanındaki minderin üzerine kuruldum. Annem elimdeki yumurtayı görünce, başını sallayıp yüzüme bakarak ‘yine sen neler çeviriyorsun’ dedi. Yaramazlık yapmamı hiç istemezdi. Sonra dere kenarında ördeklere rastladığım zamanlarda taze yumurtayı beklediğimi bildiği için cevabımı beklemeden elimdeki yumurtayı alıp, beni sevgiyle kucakladı. Kollarının arasında kendimden geçtim.

Yarım saat geçmeden ablamla abim de ellerinde okul çantalarıyla odanın kapısından girdiler. Üşüdükleri her hallerinden belliydi. Hemen sobanın borusuna ellerini uzatıp, ısınmaya başladılar. Annem, hiç vakit kaybetmeden mutfaktan getirdiği bezin üzerine, sofrayı yerleştirdi. Pişirdiği fasulye yemeğini tabaklarımıza doldururken, dumanı hâlâ tütüyordu. Dere kenarından getirdiğim yumurtayı da tavada sucukla kızartıp pişiren annem, sofraya bıraktığı tavadaki yumurtayı afiyetle yiyişimizi görünce gözleri parlayarak bize baktı. Bir anne çocuklarını mutlu görmekten başka ne isteyebilirdi ki zaten hayatta. Köy ekmeği de soframızın vazgeçilmezlerinden biriydi. Her yıl yaz aylarında komşumuzun fırınında pişirip, teknelerde üzeri örtülü olarak sakladığımız bu ekmeğin dilimlerini, taze fasulye yemeğinin içine bandırarak yemeye başladık. Yemeği bitirdiğimizde kardeşlerim ve ben mutlulukla gülümsemeyi ihmal etmiyorduk.

Hakan Kizir