Ellerime bakıyorum, geçirdiğim ameliyatlar gücümü tüketti, her zaman ışıl ışıl parlamasını istediğim derim ameliyat izlerini zor saklıyor artık.
Beşiktaş Çarşı’dan Nişantaşı Valikonağı’na çıkan kestirme ve dik bir yokuş vardır. Bitip tükenmek bilmeyen merdivenleri hiç ara vermeden tırmanıp soluklanmak için biraz yavaşlar ve başınızı sola çevirip binaların arkasında saklanan manzarayı görebilirseniz zirveye ne kadar yakın olduğunuzu kestirebilirsiniz. Deniz seviyesinde başladığınız merdivenler sizi her adımda tepedeki masalsı semte yaklaştırır. Yıllar önce o merdivenleri soluksuz çıkarken yanımdakilerin benim için “keçi gibi tırmanıyor.” dediklerini duymuştum.
Evet bir keçiydim ben, yelelerine rüzgâr vuran, çimlerde özgürce koşan bir at değil. Kayalara, otsuz oluklara tırmanan, çok çok yorulan ama bir kaya çiçeği görünce gördüğü bu basit çiçeğe mucizevî bir anlam vererek tüm yorgunluğunu unutan, zirvenin özgürlük duygusu ve dağ kokusundan başı dönen bir keçi.
Yine de düz yollarda yeni doğmuş bir tay gibi yönümü umursamadan zıplaya zıplaya beni o an mutlu eden neyse ona doğru koşturduğumda olmuştur. Ayvalık’taki sokaklarda daha çok keçi olmayı gerektiriyor ya… Hiç umursamadan almıştık tepedeki bu evi, tay zamanlarımda, içimdeki şarkılar dinmezken… Şimdi ise bastığım Arnavut kaldırımları daha bir sert, daha keskin… Yoksa ayaklarım mı incindi artık yürümekten? Dizlerim neden halsiz? Şimdi bazen başıboş sessiz sokaklarda yürürken ince bir nağme geliyor kulağıma kapısı açık kalmış içinden yaşam sızan evlerden. İçerden gelen bir gülüşe asılı kalıyorum; bazen bir söze, bazen bir oflamaya… Nazını çekecek birisi olmalı kesin yanında… Yemek kokuları, eskiden bana yapmak güç gelen bazı bazı; türlü pişirmişler, kıvamında pişmiş fasulyelerin ve etin kokusu burnumdan geçip hayalimdeki kalabalık yemek sofrasında dağılıyor, ben de mi yapsam? Özledim aslında, şöyle güveçte… Bir hafta yerim artık, vazgeçiyorum… Kapılardan savrulan saçma sapan sözlere takılıyorum, onlar ki benim için eskiden sıradanlığın kendisi değil miydi?
Evime gidip battaniyenin sıcaklığına sığınmak istiyorum. Eskiden dünya yetmezdi bana, şimdi sadece battaniyemin alanındayım. Dışarıda kalan her yerim üşüyor; büzüyorum kendimi, küçüldükçe küçülüyorum, vücudum eriyor güvenli alanımın ılıklığına…
İlk ne zaman hissetmiştim bu içimi acıtan, nefesimi kesen duyguyu?
Nermin teyze, dizlerinden rahatsız, iki yokuş arasına ve üç katlı evinin alt katına sıkışmış bu kadın, “otur be kızım, iki lafın belini kıralım” der, tüm ısrarlarıma rağmen bana kendisi kahve yapardı. Kırışmış elleriyle uzattığı kahve fincanını alırken ışıl ışıl cildim daha bir farkındalıkla dikkatimi çeker, gururlanırdım bu zamansız hediyeden. Aslında kısa tatil programımın ufacık köşesine sıkıştırırdım onu, bilirdim başıma geleceği. Bütün laflar kırılır, biter, sessizlik çatırdar ama o gitmeme izin vermezdi. İşte ilk o zaman hissetmiştim o duyguyu, yüreciğime oturuvermişti, o zaman da tanımlayamıyordum ama o sanki vücut bulmuş, Nermin teyzenin kocası öldüğünden beri adeta hiç yaşanmayan düzgün örtülü divanlarına oturmuş, şeytani bir varlık gibi, bu çatırdamaları ve sessizliği bekliyordu eğlenerek. Yaşam yazgısına direnen insanlardan alıyordu neşesini.
Bana çocukluğunu anlatırdı, Midilli’den Ayvalık’a ailesinin nasıl geldiğini, bu eve nasıl yerleştiğini, orada bırakıp buraya yerleştirdiği hayatını… Oraları iki kere görmüş olmanın güveniyle, “Mutlaka gidip görmelisin, harika yerler, nasıl gitmedin şimdiye kadar?” derdim. “Giderim.” derdi gülümseyerek, hasta dizlerini o da ben de unuturduk.
Bu duygu, yok olmak, hiç var olmamak gibi bir şey miydi?
Hemen arkasından her şey doğalmış gibi bana aslında sokağımızdan inme mesafesi sadece dakikalar alan, yıllardır gidemediği çarşıyı sorardı. Buralara hayatını vermiş kadına bir aylık İstanbullu tatilci olarak benim için kalabalık ya da sıradan bir mağazadan başka bir şey ifade etmeyen yerleri anlatır, o gözlerini kısar, benim anlattığım dükkânları, insanları hatırlar, o dünyalardan beni içeri sokar, insanlarla tanıştırır, her birini benim için anlamlandırırdı.
Vardık da izleğimiz mi yok oluyordu?
Kahve yanına tabağın içinde götürdüğüm şeyleri, adet olduğu üzere, tabağı boşaltıp giderken vermez, onu almak için tekrar gitmemi beklerdi.
Ben yine tay gibi sekerken sivrilmiş, çukurlaşmış, kayganlaşmış taşların arasında Nermin teyze yokuşun az üstündeki evinin önünde her zaman oturduğu taş döşekten bana bakar,” komşum tabacığın ben de kaldı, hadi gel, iki lafın da belini kırarız.” derdi.
Neden şimdi yaşlı ellerime bakarken daha çok üşüyor içim? Bu tanımlayamadığım duygum sürekli niye üşüyor? Neden hiçbir battaniye değemiyor onun soğukluğuna?
Şaheser Yılmaz