Onunla tanışacağım için öyle heyecanlıyım ki, Yunanca, Latince, Farsça, Osmanlıca, Almanca, İngilizce, Rusça ve İspanyolca bilen, titiz araştırmaları ile Bizans tarihi konusunda birçok gizemi aydınlatmış, sonsuz zaman raflarından unutulmuş İmparatoriçeleri, olayları tekrar gün yüzüne çıkarmış, doksan yaşında bir İstanbul hanımefendisi.
Moğolların Meryem’i yani Prenses Maria hakkına yazmak istediğim roman ile ilgili çalışma yapıyorum, Prenses Maria’nın babası Mihail Paleologos’un, İznik’ten taarruza geçerek Latin istilasından Konstantinopolis’i nasıl kurtardığı, Maria’nın Moğol Hükümdarı Hülagü Han ile nasıl ve niçin evlendirildiği konularında yazdığı makaleleri okuduktan, sadece İmparatorun giyebildiği erguvan rengi peleriniyle, altın kapıdan şehre tekrar gelişi ile romanımı başlatmayı düşünmüş ve sonra yazışmaya başlamıştım Münevver Hanımla, gelin konuşalım mesajını aldığımda da dünyalar benim olmuştu.
Ona sıra dışı ve hoşuna gidecek bir armağan götürmek istiyorum ne yazık ki fazla param da yok. Çukurcuma’da antikacıları geziyorum, bisküvi porseleni, etekleri kolalı dantelli bir Rokoko damgalı bebek mi alsam? Antikacı yüksek bir fiyat söylüyor.
– 3-4 sene önce Viyana’da bit pazarında 10 Avro’ya satılıyordu bu biblolar, valizde kırılır diye almamıştım.
– Doğu Avrupalılar satıyordu onları, Romanya yapımı kopya onlar.
– Hiç de değil, Rokoko damgası vardı, Romanya’da yapılanların yüzleri kötü boyanmış oluyor, detay da kaba.
Antikacı öylece baktı suratıma. Bilgili müşteriyi de hiç sevmezler…
Mor menekşelerle bezenmiş tek bir çay fincanı beğeniyorum. Onun fiyatını soruyorum. Yine astronomik bir rakam.
– Tüm çay takımı fiyatı istemedim, tek fincan soruyorum.
– Denise Desire Riocreux imzalı Fransız Sevres porseleni çay fincanı bu.
– 17. yüzyılda yapılmış yani, nasıl geldi size? Hayret müzelik bir parça…
Kem küm ediyor satıcı… Asıl bu Polonya işi diyorum içimden.
Hediye bulamamış bir şekilde üzgün ayrılıyorum Çukurcuma’dan. Münevver Hanımla buluşma nasıl gidecek acaba, Pera Palas Oteli’nde beş çayında buluşacağız ve buluşma yeri de ayrıca heyecanlanmama neden oluyor. Aniden aklıma bu aralar keyifle okuduğum “Kendi Işığına Yanan Adam’da” Ercan Kesal’ın hayranlık duyduğu yönetmen Metin Erksan’la karşılaşması geliyor. Büyük bir heyecanla tanışmaya gitmesi, Metin Erksan’ın huysuzluğu…
Aman ben de Münevver Hanımla benzer şeyler yaşamayalım diye düşünüyorum. Erksan ve Kesal sonra çok iyi arkadaş olmuşlardı, belki ben de yaşlı tarihçi ile güzel bir dostluk kurarım.
Aslıhan’da tanıdığım sahafa giriyorum, alt katta orta büyüklükte bir dükkan, duvardan duvara kütüphaneler tamamen kitap dolu, dükkanın ortasında da kitaplardan büyük bir ada oluşturulmuş. Dükkân dışında ise indirimli yani beş ile on liralık kitaplar okuyucu bekliyor, astım olmama aldırmayarak eski kitap kokusunu içine çekip, ilk baskılara, başka hiçbir yerde bulunmayacak kitaplara, sahibinin göçüp gitmesiyle eskiciye verilmiş, oradan buraya gelebilmiş hediye kitapların ki örneğin ; “sevgili Güzide, bir tanecik arkadaşım en içten dileklerimle yaş günü kutlarım, sonsuza dek arkadaşın Nazenin” ve benzeri dilekler mürekkepli kalemle özenle yazılmış olup altına da Eylül, 1957 İstanbul, Mart 17, Adalar gibi tarihler de atılmış kitapları inceler, tüm Güzide’leri ve Nazenin’leri merak ederim, kitabın sayfalarını tek tek çevirirken, bazen de bir mektup, kart ya da siyah beyaz fotoğraf çıkar unutulmuş kitapların içinde, gülen yüzler, şık döpiyesli, kadınlar, güzel çocuklar, takım elbiseli, başlarında fötr şapkalı erkekler… Geçmiş zaman insanları. Kitaplar arasında alınan notlara, kapağın sağ üstündeki satın alınma tarihine bakar o insanları tahayyül etmeye çalışırken sahaf Ahmet çay söyler bana. Dükkânda başka müdavimler de olur genelde ve hoş bir sohbete başlarız. Ama bugün eski kitaplara başka gözle bakıyorum. Münevver Hanıma hediye edebileceğim bir kitap var mı diye düşünüyorum. Sahaf Ahmet’e de söz ediyorum arayışımdan. Yahya Kemal’in ilk basım bir şiir kitabını çıkarıyor, yıpranmış ve küf kokulu bir kitap ama açtığım sayfadaki şiir çiçeklerin dünyasına götürüyor beni.
İstemem artık ışık, rayiha, renk alemini,
Koklamam yosma karanfille, güzel yasemini.
Beni bir lahza müsait bulamaz idlale,
Ne beyaz bakire zambak, ne ateşten lale.
Beklemem fecrini leylaklar açan nisanın,
Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın.
Her sabah başka bahar olsa da ben uslandım,
Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım.
Şiiri sahaf Ahmet’e okuyorum, gözleri aydınlanıyor,
“Buldum hediyeyi, bir Şükûfename düştü elime geçenlerde. Eksik sayfaları var ama Ali Çelebi’nin eseri, içinde çiçek çizimleri de var, uygun bir fiyat yaparım, ödemeyi istediğin zaman yapabilirsin” diyor.
Şükûfename yani çiçek kitabının sayfalarını incitmekten korkarak çeviriyorum, o kadar eski ki cildi dağılacak, yırtılacak endişesi taşıyorum.
– Münevver Hanım öncelikle Bizans uzmanı, Osmanlı’nın çiçek kitabı ilgisini çeker mi?
Köşede elinde büyüteci Osmanlıca bir metin okumaya çalışan sahafın müdavimlerinden, Topkapı Sarayı’ndan emekli Tarihçi Nizamettin Bey lafa giriyor,
“Münevver Hanım Osmanlı Tarihi ile de çok ilgilidir. İstanbul’la ilgili her şey onu ilgilendirir, Tabi bir Ali Üsküdari eseri gibi olmaz ama Şükûfename de iyi bir hediye bence”.
Biraz utanarak Ali Üsküdari’nin kim olduğunu soruyorum; Osmanlı sanat tarihini Batı sanatından daha az biliyor, araştırma yapmak için Osmanlıca öğrenmek hep istiyorum ama hep erteliyorum.
“Ah Ali Üsküdari,” diyor Nizamettin Bey ve başlıyor ders verir gibi anlatmaya;
“Üsküdarlı Ali, İstanbul kibarlığı ve inceliği altında yetişmiş olup kendinden önceki çini, yazma gibi eserlerin büyüsüne kapılmış ve akla durgunluk verecek kadar ince fırçasıyla, çiçek resmederken klasik motiflerle devrinin üslubu olan natüralist çiçekleri birleştirmiş, gözü okşayan bir klasik motif içine tek çiçek veya buket topluluğunu karıştırmıştır. Çiçek tabloları bir minyatürden çok batı resmine yakındır, altın yaldız karmen ve siyah başta olup yeşil beyaz, mavi, turuncu ve güvez tonlarında çiçekleri ile eşsizdir.”
Şükûfename’yi alıyorum, İstiklal’de Panten Kırtasiye’ye, hediyem için güzel bir hediye kaplama kağıdı, kurdele almak için yürürken Narmanlı’nın yanından geçmek zorunda kalıyor, üzüntüyle gözlerimi kaçırıyorum, bakmak istemiyorum, bu yeni hali, turuncu, bol kremalı bir pasta gibi. Ya o mor salkımlar, onlar nerede? Bizans zamanında imparatorun pelerininin rengi olan mor renge sahip bu bitkinin her yere dikildiğini okuduğumu anımsıyorum. Son kalan mor salkımı da söküp attılar diye düşünüyorum. Bizans, geçmiş, Narmanlı’nın sakinlerinden Ahmet Hamdi Bey, şiir, edebiyat, tarih sanki her şey sökülmüş bu eski binadan, caddeden, İstanbul’dan.
Münevver Hanım Ahmet Hamdi Beyi tanıyor muydu? Narmanlı’da misafiri olmuş muydu? Mor salkımları sever mi? Sohbetimize onlarla mı başlasam?
Işın Güner Tuzcular