Bisiklet derneğimizin geleneksel Ege turunda o akşam Dikili yakınlarında küçük, sessiz bir koyda kamp kurduk. Kamp ateşi çevresinde şarap içip, şarkılar söyleyip sohbet ettik uzun uzun. Kuma yatıp, gökyüzünü seyre daldım, yüzlerce pırlanta serilmiş siyah kadife bir örtü uzanıyordu başımın üstünde, sonsuz bir örtü, pırıl pırıl, büyülü bir güzellik… Orion geliyor aklıma, Poseidon’un oğlu yakışıklı, cüsseli, suda yürüyebilen Orion. Tanrıça Artemis’in büyük aşkı Orion. Artemis o kadar aşıktı ki, kendi kendine koyduğu evlenmeme kuralından bile vazgeçmeyi düşünüyordu, ama onu ve aşkını kıskanan Apollo bir gün enginlerde ufak bir noktayı işaret etti, “senin gibi bir nişancı tam ortasından vurur bunu,” dedi Apollo.

Yayını aldı, nişan alıp denizde o uzaktaki noktayı tam ortasından vurdu tabi Artemis. Ama vurduğu  aslında kendi kalbiydi, büyük aşkıydı. Yüzen Orion’u öldürmüştü. Ağlayarak gittiği Zeus, genç adamı bir takımyıldız yapmayı kabul etti.  Orion Takımyıldızı ve aşk… Şarabımdan bir yudum aldım, takımdan Kaan’ın gitarla çaldığı romantik melodi, Didem’in güzel sesi, dalgaların sahile vurmasının ritmi ve Orion… gezi sonrasına ertelediğim düşüncelerimi su yüzüne çıkardı.  

Doğum günümde gittiğimiz kulüpte Tunç’un birden sahneye çıkıp, tüm arkadaşların önünde evlenme teklif etmesinden bu yana daha bir hafta bile geçmedi. Büyük bir sevinçle havalara uçmalı ve evet diye bağırmalıydım değil mi? Boğaz ki o restoranın bahçesinde, bir dolu insanın önünde, buradaki kadar parıltılı olmasa da yıldızlı bir gecede; elinde yıldızlar kadar parlak pırlanta yüzük, “aşk baharın kucağında nazik bir çiçektir, seni seviyorum, inci tanem” demişti gözleri ateşten birer küre, bana bakarak.

Nutkum tutuldu, konuşamadım. Başımı bile sallayamadım, evet gibi. Mermer bir heykele dönüştüm.  Daha anlamlı, güzel bir mısra okusa evet diyebilir miydim? Şiirle pek arası yoktur zaten, nasıl okusun ki… Sadece ateşler saçan gözlerine bakarak evet demem gerekirdi ama dilsiz, sessiz bir heykeldim.

Ona baktım, bahçenin girişinde elinde bir viski kadehi sessizce izliyordu, öylesine rahat, sakin etkilenmemiş görünüyordu ki… Sadece o maskesini yüzünden çekip atmak için Tunç’a evet diyebilirdim o an.  Tunç’ta gördü bakıştığımızı, “kahretsin,” deyip yüzüğü de masaya fırlatıp, mekânı terk etti. Arkadaşlarım aynı anda konuşmaya başladılar. İki yıldır çıkıyorduk, başarılı bir cerrah, neşeli, iyi huylu, kibar bir adamdı ama ötekini, asla birlikte olamayacağımı düşünmeden bir günüm bile geçmiyordu son aylarda,

“Aptalsın sen” dedi en yakın arkadaşım Didem.

“Onca sene, çocuk seni seviyor, evlenme teklif ediyor ve yaptığına bak…”

Aşk ne tuhaf bir duygu, en olmazı, en ulaşılmazı, en uzağı nasıl sevebiliyor insan? Gelmeseydi bugün, görmeseydim bahçede onu, Tunç’un evlenme teklifini kabul eder miydim? “O” bir süredir aklımda olduğu için mi Tunç alelacele evlenme teklifi etti? “O” olmasa evliliğe hazır mıydım? Tunç’la niye ayrılmadım?

En yakın arkadaşım kaos benim bundan eminim. Öyle bir kaos ki yakıyor, yıkıyor, beni ve etrafımdakileri… Sonsuz bir girdabın içine sürüklüyor bizi.

Düşünceler içimi fenalaştırdığından sahilde yürümeye karar verdim. Koyun ucuna doğru sessizce yürüdüm. Kayanın altında bir şey parıldadı yıldızların ışığında, uzanıp dokundum, soğuk metal bir kutuydu. Kumdan çıkardım, denizde yıkadım.

Üstünde mor menekşeler resmi olan masalsı bir kutu bulduğum, sanki Artemis ve Orion’un armağanı. Ateş kenarına geri dönüp arkadaşların meraklı bakışları arasında define kutumu açtım. Kat kat naylonlara sarılmış, yıpranmış deri kaplı bir defter çıktı,  metal kutuya ve naylonlara rağmen yer yer ıslanmış, mürekkebi silinmiş, Arapça bir defter.

Edebiyat fakültesi mezunu Meral;

“Ben okurum sana, Osmanlıca olsa daha rahat okurdum ama Arapçayı da okuyabilirim sanıyorum.  Sabah gün ışığında okuyayım” dedi.

Çadırımda yatmış defteri düşünüyorum. Nereden geldi, kimindi, ne yazıyor?

Sabah Meral heyecanla sayfalardan bölümler okuyor;

Bir kara sevda günlüğü bu. Yazan bir kadın.  Bak burada… Aşk insanı bülbül eder demiş, sürekli seni konuşuyorum, seni anlatıyorum, seni haykırıyorum.  Ben ki kendimi mesleğime, insanlara yardım etmeye adamış bir kadındım, hiç âşık olacağımı düşünmezdim, nasıl olduysa sana sevdalandım. Artık senden başka bir şey düşünemiyorum.

Gittin, biliyordum gideceğini, biteceğini bu rüyanın ikimiz de biliyorduk. Gittin… Ardından öylece bakakaldım, yumdum gözlerimi, kirpiklerime kelepçeler vurdum.

Ateş denizlerinde kulaç atmaya razıyım sana kavuşmak için, alevde serinler, közde yürürüm senin için.”

Hazine kutumu bisiklet çantama bağlayıp, pedal sallamaya başlıyorum. İlk durağımız Dikili yakınında küçük bir balıkçı köyü. Köy kahvesinde kahvaltımızı edip, çaylarımızı içtikten sonra kutuyu getirip kahveciye gösteriyorum.

“Sahilde buldunuz öyle mi? Suriyeli bir mülteci düşürmüştür, o koydan çok mülteci gitti Yunan adalarına geçen yaz.”

Hüzünleniyoruz, dün gece kaldığımız o sakin koy, daha bir sene önce insanlık dramlarına sahne oluyormuş demek ki.

“Buldu mu sevdiğini acaba?” diye soruyor Ahmet

“Ya bindiği bot battıysa, boğulduysa, kutu ellerinden kayıp kıyıya vurduysa” diyor Meral.

“Geçen yaz öyle iki üç bot battı, cesetler, eşyalar tüm kıyılara vurdu… Can pazarı vardı her gece bu denizde.” diyor yaşlı, güngörmüş kahveci.

Bisikletin pedallarına hızlıca basıyorum yokuşu tırmanırken…

Sevdiği uğruna ateş denizlerinde kulaç atmak… beynimde yankılanıp duruyor… Tunç’ a evet diyemeyeceğimi aniden anlıyorum.   Gökyüzüne bakıyorum, Artemis ne yapıyordu acaba gündüz yokken yıldızlar, geceyi iple çekiyordu biliyorum.

Işın Güner Tuzcular