Hiç bitmeyecek gibi uzayan bir otobüs yolculuğunda nihayet yirmi dakika mola için duruyoruz, yollar ne kadar çukur dolu ve bakımsızsa bu tesis de aşırı modern, benzin istasyonu değil lüks bir kafeterya sanki. Ücretsiz wi-fi bulup, beyaz, aşırı havalı koltuklara oturup, elimde Amerikano, maillerime bakıyorum. T.S. Eliot şiiri ödevi çıkıyor karşıma… Rüzgârlı bir gece rapsodisi bildiğim şiiri değil, oysa lisede merak sarmıştım Eliot’a… İngiliz Edebiyatı kitabımızda bir kedi şiiri vardı sanırım, çok sevmiştim. Sonra Kedileri Adlandırma şiirini okumuştum. Bir kedinin üç değişik adı olmalı… sonrasında boyumdan büyük bir işe kalkışmış wasteland’a merak sarmıştım, bugün bile hatırlıyorum bir iki mısrasını. Annemin yardımıyla çevirmeye çalıştığımı da. Uzun zamandır Eliot okumamanın hüznü doldurdu içimi, çeviri yapıp anneme okuyamayacağımın da…
Gece on ikide aysı tılsımlar, hafızayı sarsan imgeler ilk satırlarda etkiliyor beni, sonraki saatlerde gelen kadın, konuşan sokak lambası… Seyahatin ritminde, şiire giriyorum ama aynı zamanda da dışındayım şiirin.
Otobüs hareket ediyor, küçük köy evleri, rengârenk boyanmış, çiçeklerle süslenmiş mezarlıklar, yollardaki çukurlar derken Uman’a geliyoruz. Bir Yahudi kenti. Haç yapılan bir yer. İlgi ile otobüsten izliyorum. Kentin dışında bir parkta duruyor otobüs, akarsular, insan yapısı şelaleler, salkım söğütler, çok güzel ama bir o kadar da karanlık bir park… Hüzünlü sanki… Eliot’un sokak lambasını şelaleden uzanan taşlıklı yola yerleştiriyorum. Gece bir buçukta o kadının görüleceğine dair bir his var içimde… Üstelikte kanlı dolunay varmış bir kaç gün önce, o dolunayda, lambanın altında kadın… Görebiliyorum.

İstanbul’dan bir Rum kızı, Sofia şehirde büyük bir yangın sonrası annesinden satın alınıp, Polonya sarayına odalık olarak götürülmüş, güzelliği ve aklı ile kaderini değiştiren Sofia, sarayda kendine yer bulmakla kalmamış, önemli adamları da kendine âşık edip, parmağında oynatmış.
Hafıza fırlatır yukarı yüksek ve kuru
Kıvrılmış şeylerin bir kalabalığını;
İkinci kocası Count Stanislaw Szczesny Potocki ile Uman’a yerleşmişler ve Potocki aşkını anlatmak için bu parkı ona inşa etmiş. Sofiyivka Parkı… Kontu geceleyin parkta gezerken hayal ediyorum, onun hüzünlü ve tek taraflı aşkı tüm o salkım söğütlere sinmiş, sular melankolik şarkılar mırıldanıyor.
La lune ne garde aucune rancune, (*)
Bahçe tamamlanmadan kont ölünce, Sofia Polonya’ya geri dönüyor.
Sokak Lambası titredi, karanlıkta söylendi
Onca dolunay, onca aşk, onca yalnızlık, onca savaş… Hep burada bu bahçe… Salkım söğüt hüzünlü türkülerini söylemekte uykusuz gecelerde bahçede dolaşanlara… Sürüp gitmekte şiir.
Otobüste kaybolana kadar izledim parkı, tekrar okudum şiiri… Eliot okumaya tekrar başlamalı diye düşünürken rehber aldı mikrofonu eline Lviv tarihi hakkında bilgi verdi… Sofia ve bahçesi gerilerde kaldı, turist heyecanı ile önümüzdeki şehirleri ve orada göreceklerimizi düşlemeye başladık.
Ayakkabılarını koy kapıya, uyu, hazırlan hayata.
Işın Güner Tuzcular
(*) Ay kin beslemez asla
Öykünüzün başlığını merak edip tıkladım. Güzel bir yazı. Tebrik ederim.
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkürler
BeğenBeğen