Melek Tavus’un Güncesi
Doğruluk, Bilmek, Utanma…
Kütüphaneleri yakarlar, kentleri yıkarlar, sular altında bırakırlar sonra medeni olduklarını, çok bilgili olduklarını söylerler palavra…
Kabil’in oğulları hep yıkıcı olmadılar mı zaten?
Özene bezene yarattık burayı, Dicle nehrinin açtığı derin kanyonlarda tam dört bin mağara, altı yüz doğal su sarnıcı, yekpare taştan bir tepe, bitkiler, hayvanlar…
Taş tepede oturur Dicle’nin sesini dinlerim asırlardı.
Şimdi arkeologların bir şeyler daha kurtarabilme telaşını seyrediyorum. Neolitik Dönem, Kalkolitik Çağı, Demir Çağı… Üç yüz bin yıl önce gelmiş insanlar buraya, on iki bin yıl olmuş kent kurulalı diyor kazı başkanı.
Gülüyorum, duymuş gibi irkiliyor, kalenin tepesine, oturduğum yere bakıyor şaşkın. Yeterince duyarlı olsa aslında belki görür beni ama iyi niyetli olsa da yeterince açık değil algısı. Kulağına hiçbir şey bilmiyorsun, hesaplayamayacağın kadar uzun, zihninin almayacağı kadar gizemli bu topraklarda yaşam diye fısıldamayı bir an düşünüyorum. Sadece bir an…
Henüz Asurlular yokken, Urartular yokken, Sümerler, Babilliler, Gutiler, Hurriler, bunların hiçbiri yokken vardı bu mağaralar… Daha İbrahim doğmamışken, Zerdüşt doğmamışken, Yunus, Musa, İsa ve Muhammed doğmamışken, Avesta yokken, Tevrat yokken, İncil ve Kur’ân yokken buradaydı bu kaya… Yekpare taş kaya, onu dantel gibi oyup, kale yaptılar. Mağara evlerden kayaya, nehire gizli geçitler inşa ettiler. Dicle’ye de anıtsal bir taş köprü yaptılar, ortasındaki ahşap bölüm açılır kapanırdı.
Sulara gömmek tüm o yaşananları, yaşayanları, tarihi… Utanmıyor kimse de.
Turistler suların altında kalmadan son selfiyi çekme peşinde, El-Rızık Camii etrafındaki hediyelik eşya satıcıları, yeni Hasankeyf’te bir stand kapma derdinde, Devlet yetkilileri “yenisi daha güzel oldu, sağlam, beton, pırıl pırıl… Taşıdık hem Zeynel Abidin türbesini, camileri, daha ne?” der…
Çıkar peşindeler. Küçüçük, küçüçük… anlık çıkarlar. Utanmıyor da…
Oysa ben insanlara temel ilke olarak sadece bunları bilmeleri gerektiğini söylemiştim. Doğru ol, bil ve utan…
Adem:
Melek Tavus sinirli bu aralar, bin yıllardır Havva ile de konuşmadığı için hep kabak benim başıma patlıyor… Senin bu oğlun var ya diye söylenip duruyor. Ah… Kabil, Havva seni getirdiğinde de hoşlanmamıştım senden zaten. İçini doldurmak istedim izin vermedi, suya attım çıkardı… Ah… Kabil… Ah Kabil…
Havva nerede? Bu Melek Tavus gelmeden onu bulayım…
Havva:
Her şeyin suçlusu da benim! Kıpkırmızı, pırıl pırıl parlıyordu… Tadını merak ettim.
Bir elma yedim alt tarafı ve hep ben suçluyum!
Melek Tavus:
Elmayı veren yılanın kim olduğunu bulamadım bir türlü, herkes ben sanıyor. Ben o sırada Cennette bile değildim ki. Kovulmuştum. Burada şu tepede oturuyordum, üzgün, kırılmış.
Ayrıca niye elma verip atayım bunları cennetten… Başıma bir sürü iş çıkartayım.
Nereden gelmişse, yılanın bir vermiş elmayı, yemek zorunda mısın?
Tam yetmiş iki âdem yaratmıştı Azda hiç birini beğenmiyordu… Bir de o asi Lilith vardı… Hepsini attı aşağıya, dünyaya. Yarat dedi bana bir Adem ve Havva… Çarşamba günü yarattım sizi. İkiniz de bebek yüzlü, sevimli yaramazlardınız. Gurur duyuyorum sizinle. Sonra Azda bana size itaat etmemi söylemesin mi? Onları ben yarattım diyecek oldum asiye çıktı adım. Beni de attı aşağıya…
Havva elmayı yemeseydi onlar yukarıda Cennetteydi ama…
Konuşmuyorum Havva ile yüzyıllardır.
Havva:
Melek Tavus hep başıma çorap örüyor. Yılan o değilmiş öyle diyor, inanmıyorum. Sonra o küpleri getirdi. Neymiş ben Adem’den çocuk yapmamışım. Cennette ben elmayı yiyince, Aslan bunun atını yedi. Atım da atım… Söylenip duruyor. Hiç gönlümü almıyor, bana iyi davranmıyor. Git yemek bul dedim. Nasıl yemek bulunur bilmiyor. Yağmur yağıyordu, o mağarayı bulmasam, sırılsıklam olacaktık. Bu adamla mı çocuk yapacağım? Yok, ama ben kısır Havva oluyorum! Suçlu yine benim. Kim daha doğurgan onu araştırıyorlarmış, Azda deney yapacakmış!
Jin geldi, alnımızdan kan aldı, Cebrail’de Adem’le benim ruhlarımdan bir parça aldı, Melek Tavus’ta her şeyi iki küpe koydu, kırk gün sonra açacağım dedi.
Güvenir miyim ben bu düşmüş meleğe, biraz bekledim sonra açtım kendi küpümü. O da ne! Yılanlar, çıyanlar çıkmasın mı benim küpten. Oyun oynamış bana. Boşaltım tüm o mahlûkatı.
Melek Tavus:
Havva’nın küpü boş çıktı. Ruhsuz ne olacak. Ayrıca kısır işte.
Adem’in küpünden ise bembeyaz, biblo gibi kırılgan bir çocuk çıktı: Şit dedik adına.
Ne güzel çocuktu. Saf, temiz. …
Havva:
O küpten o çocuk nasıl çıktı anlamadım ama benim için iyi değil bu. Gözümü dört açmalıyım.
Jin:
Havva’yı seviyorum ben, cennete de onunla konuşmayı seviyorum, merakını seviyorum. O elmayı ısırınca ne olacak tüm melekler merak ediyorduk. Azda asla yemeyin o elmayı demişti. Havva’nın merakını kullandı biri… Kim, bütün cennet merak ediyoruz.
Dünya’da üşüyormuş, açmış Havva, o Adem hiçbir şey yapıyormuş öyle dedi Azrail. O da Havva cennetten kovuldu diye çok üzgün. Cennet kapısında duruyor nöbetçi olarak, Ademler ve Havva girmesin diye tekrar içeri…
O gün de Azda Huriye’yi aşağıya götürmemi istedi. Havva çocuk yapamıyor, Huriye yapsın dedi.
Huriye ağlıyor, dünyaya gitmek istemiyor. Ben de yaratıcım Melek Tavus’a uğradım, ne yapalım diye…
Havva:
Melek Tavus yine oturmuş o kayaların üzerine, orası Hasan Keyf’miş, müthiş bir şehir olacakmış. Enerjisi çok büyükmüş… Ben de onu gözlüyorum. Aa,… bir baktım Jin yanında da Huriye geldi. Huriye ağlıyor… Gizlenip dinledim. Adem’e eş olarak getirmişler onu öyle mi?
Adem:
Sakin bir gün. Yaban atlarına bakıyorum, birini evcilleştirmek istiyorum… Cennetteki o doru atımı özlüyorum en çok. Havva koşarak geldi… Aniden öptü beni. Hani sakallarım batıyordu, öpüşmek istemiyordu? İçeri gidelim dedi… Neler oluyor?
Melek Tavus:
Otuz altı çift çocukları oldu… Havva tam yetmiş iki çocuk yaptı… Önce Kabil ve Aklima doğdu, sonra Jin Azda’nın yeni bir deneyin peşinde olduğunu haber verdi, Habil ve Lebuda doğdu. Habil melek gibiydi, çok yakışıklıydı. İyi kalpli hatta saftı. Kabil’den çok Şit’le arkadaştı. Derken kıskanç Kabil öldürdü Habil’i… Dünya karıştı. Azra’nın öfkesi dinmek bilmedi. Yağmurlar, şimşekler, meteorlar… Azrail gidip Habil’i dünyadan aldı öte dünyaya götürdü. Çok üzgündü, ağlıyordu. Artık cenneti beklemiyor, ölülerle ilgileniyor. Meğer Habil onun oğluymuş.
Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum.
Jin:
Huriye aşağıda kaldı, büyüyünce Şit ile evlendi. Onların çocuklarına Melek Tavus ile hep yol gösterdik. Tüm o karmaşanın içinde kendi hallerine yaşamaya çalıştılar.
Melek Tavus:
Dağı patlatıyorlar, Kabil ve oğulları hep kötülük peşinde. Sonra Şeytan ben oluyorum…
Havva:
Sitem ediyorum göklere,
“Beni attın Cennetten tamam ama sonra bu dünya da bulduğum cenneti de niye elimden alıyorsun?”
Feryadıma ses oldular, sanatçılar yetişti imdadıma… İlk eylemler sonuç verdi, bir süre su tutmayacak baraj.
Işın Güner Tuzcular