Bir elin beş parmağı gibi gök yüzüne doğru uzanmış dağlar üstüme yıkılacak, havada asılı yuvasız kırlangıçlar başımın üstüne konacak sanki; gözlerim bugün denizi yeşil, mavi renkli değil kırmızı, kıpkırmızı görüyor, benimle iş birliğine hazır olduğunu hissediyorum.

Beynimi uğultular ve gürültülerle gelen “olabilir mi, olamaz mı?” sorulu sesler dolduruyor. “Olmamalı” cevabı arada dolaşıp duruyor.

Yıllarca önce kolejde okuduğumuz zamanlardan beri arkadaşım olan Şahika’yı deniz mevsimini erken açalım diye sürükleyip getirdim. Arkadaşım güzel ve alımlı bir kız. En kalabalık toplulukta bile zarif vücudu, sıhhatli ve orantılı yüzü uzun gür siyah saçlarıyla hemen göze çarpıyor. Geçen zaman içinde onun bir adım önüne geçmek şöyle dursun, hizasında bile duramadım. Adıyla orantılı kendini beğenmişliği, her konuda bilgili olduğu iddiası olmasa ne kadar iyi olurdu. Beni zaman zaman, yerli yersiz azarlıyor, onurumu kırıyor, sonra bir şey olmamış gibi gönlümü alıyordu.

Bu defa beynimde dolaşıp duran sorunun olumlu cevabını alamayarak onu affedemiyorum. Bakışlar her zaman onun üstünde, tanıdığım bütün erkeklerin kalp kapısı ona açık, köle olmaya hazırlar. O, benim olan bir çift gözdeki sevgiyi niye çalmaya çalışıyor. Güzelliğini, bilgisini “mutluluğumu bozmak için kullanmamalı” diyorum. Yüzüne bakıyorum öyle fütursuz, öyle kendine güveni yüksek ki cesaret edip soramıyorum. Sorsam, şüphelerimin yanlış olduğunu söyleyecek, acı gerçeğimi tekrar yüzüme vuracak biliyorum, beynime takılan şüphe içimi kemiriyor.

Otelimizin tavandan yere kadar inen aynasında gözlerimin içine bakıyorum. Hasta ruhum beni “intikamın zamanı var” diye teselli ediyor. Şahikanın zirvesinde dolaşıyorum.

Dün akşam Şahika ile sabah güneş doğarken, kaldığımız otelin birkaç blok ötesinde buluşmak üzere sözleştik. Bikinimin üstüne giydiğim şık elbisemle otelin Fransız aşçısıyla eğlenmeye giderek, sabaha kadar dolaştıktan sonra güneş doğmadan onu sahilde sızmış olarak bırakarak; Şahika’yla sözleştiğimiz yerde buluştum. Güneş doğarken denize girmeyi çok severdik ama bu sabah durum çok vahimdi. Deniz tanrısı Poseidon şahlanmış üstümüze geliyordu. Dün hava tahmin raporunda fırtına olacağını öğrenmiş, fakat kararımızdan vazgeçmemiştik.

Şahika adımını denize attığı anda düşüyor, çırpınıyor, inatlaşması için “istersen girmeyelim” diyorum. Huyu gereği itiraz ediyor. Tereddüt eder gibi duruyorum, ısrar ediyor. Büyük bir dalga gelip tekrar düşürüyor. Yüce gururunu ayaklandırmak için “haydi çıkıyoruz” diyorum, devam etmemizi istiyor.

Elini tutuyorum, yükselip alçalan dev dalgaların merdivenlerinden karanlıklar içinde dibe doğru iniyoruz, açılan kapılar ardından güneş doğuyor, önünde atletik vücudu ile sevgilim duruyor. Şahikaya dönüp “bana ihanet ettiniz mi?” Diye soruyorum. “Sen yine hayal görmeye başladın” derken yüzünde anlamını çözemediğim huzurlu bir ifade beliriyor. Beynim “İhanet etti, inkâr ediyor” diyor.

Bunca yıllık arkadaşım bana bunu yapmayacaktı. Kararımı uyguluyor, elini bırakıp azgın dalgalar içinde terk ederek biraz ilerde sahile çıkıyorum.

Denizde ve sahilde hiç kimse yok. Sızmış halde bıraktığım gece arkadaşımla ıslak ve yalpalayarak akşam çıktığımız mutfak kapısından otele giriyoruz.

Öğlene doğru arkadaşımın yokluğunu haber veriyorum. Görevliler kameralarda omuzuna plaj çantasını takmış, kapıdan çıkıp giden Şahikaya bakarken “böyle bir havada denize gidilir mi? yazık çok genç ve güzelmiş, kim bilir nerede sahile vurur” diyorlar.

Şahikanın kaybıyla ilgili yapacağım bir şey yoktu, otelden ayrılıyorum.

Uçağın motorundan gelen sesleri bastıran beynimdeki sesler “sevgilin sana ihanet ediyor” diyor. Gözlerim, dudaklarım kısılıyor “beynimdeki şüphenin sesi onu da cezasız bırakmamalısın” derken yok edici planı kurmaya başlıyorum.

Uçağımız indikten sonra iki erkek uçağın kapısından girip yanıma geliyor, kimliklerini gösteriyorlar. “Bizimle geleceksin” diyorlar. Suçumu soruyor, “Şahikayı ben öldürmedim” diyorum.

İfade vermek için götürüldüğüm savcılıkta, önüme konulan mektup fotokopisini okumamı istediler.

 Sevgili arkadaşım diye başlıyordu. “Yıllarca yaptığımız arkadaşlığımızda akıl sağlığı iyi olmayan ikimizin birbirini anlaması kolay gibi görünse de benim tedavi olmam, ilaçlarımı kullanmam, senin ise bütün nasihatlerime onurunu kırmaya varan ikazlarıma rağmen hastalığını kabul etmemen, tedavi ettirmemen beni hep üzmüştü. Mustarip olduğum hastalığımın üzerine birde mücadelesi çok zor amansız başka bir teşhis beni intiharı düşündürmeye sevk etti.

Şüphelerinle nişanlın Birol’u kaybettikten sonra boğuştuğun hastalığın sonucunda, benim için düşündüklerini, sözlerini, davranışını anlamam zor değildi.

Yaptığın planda hava muhalefetine rağmen, benim iyi yüzmeyi bilmediğim halde, denize gitmemizi istemen, geceyi dışarıda geçirerek şüpheleri üzerine çekmeme gayretin, benim planımı kurmama yaradı. Hastalığımızı iyi tanıyorsam tek başıma cesaret edemediğim eylemime yardım edeceksin. Geri dönmediğim taktirde yetkililere verilmesini istediğim, resepsiyona bıraktığım, bana faydası olamayacak bu mektup; umarım senin tedavi olmana, mutlu olmana vesile olur”.

Mektubun akıbetini bilemediğinden olacak ki veda cümlesi yoktu.

Benim otelden ayrılışıma kadar resepsiyondaki çalışanların görev değişikliklerindeki aksaklıktan; yetkililere geç ulaşan mektup, beni burada kıskıvrak yakaladı.

29.05.2019

Nebahat Alptekin