Uzun süren yolculuğumun ardından; sevdiklerini kucaklamak için kollarını iki yana açmış bekleyen bir kucak gibi açık, geniş kapıdan giriyorum.

Kalbim avucumun içinde, uçup gitmesinden korkuyorum, yumruğumu sıkıyor, onu hapsediyorum. Uyur gibi yatanların arasından dayanılmaz acılar içinde yürüyorum. Yerlerde kendiliğinden biten otlar var. Yolun iki tarafındaki ufak ağaçlar da renkli çiçekler açmış.

Önceden beri orada olan yer yer serpiştirilmiş, görmeyeli boy atmış servi ağaçları, donuk yeşil yüzleriyle, zaman zaman esen sert rüzgârla huşu içinde birbirlerini selamlıyor.

Güneşin saklandığı, gökyüzünün ağladığı, dönmemek üzere gittiğin o gün hayat duracak sanmıştım. Elimdeki bir karış boyundaki sevdiğin gülün fidanını dikerek nasıl kaçmıştım. Durumu kabul etmekle etmemek arasındaki kendimle savaşım sürüp gitmişti.

Bakıyorum; çıkan yabani otların yanında yıllar önce diktiğim, sevginle büyümüş gül fidanı öyle vefayla tutunmuş ki minik bir ağaç olmuş, üstü tomurcuklarla dolu. “Hayat devam ediyor” diye düşünüyorum. Ayakucundaki servi ağacının alttaki dallarından birine konmuş bir kumru bana bakıyor, gövdesinin iriliğinden yaşlı bir kuş olduğu duygusuna kapılıyorum. Şimdiye kadar onları hep çift olarak görmüştüm. “Diğeri belki yakındadır” diye bekliyorum. Gelmiyor. Demek ki gitmiş, “Giden geri gelmiyor ki” bilmiyor muyum?

Sana bakıyorum, sessiz yatışın içinden sitem ediyor, eskiden olduğu gibi “Nerede kaldın?” diyorsun. “Ayaklarım vücudumu taşıyamadı. Bilmiyorsun gönül dolusu sevgiyle; karşılıksız ziyarette bulunmak için yapılacak yolculuk kolay değil” dersem beni anlayacağını umuyorum.

Bir an sonra “Hoş geldin” diyen sesini duyuyor, boynuma dolanan kollarını hissediyorum, yanında birlikte geçirdiğimiz, hayatımın güzel günlerini tekrar yaşıyorum.

O güzel günlerin unutulmaz güzelliklerinden birinde, Venedik’e ayak bastığımızda, taze çiçeklerden yapılmış tacım henüz solmamıştı. San Marco meydanının mahşeri kalabalığında, bir kısmı gökyüzünde kanatlarıyla bulut ören güvercinlerin, bir kısmının da hiç kimseyi yadırgamadan dolaşmasına şaşırmıştık.

Bana karnaval kıyafeti kiralamıştık. Kabarık elbisem, uzun bukleli peruğum, porselen maskem ve elimdeki yelpazemle beni tanımamış gibi yapmıştın. Ben de gülerek kaçıp arka sokaklarda koşarken kaybolmaktan korkarak uzun eteğimin ucunu senin göreceğin şekilde bırakıyordum. Kahkahalarımız dar, taş sokaklara çarparak çınlıyordu. Daha sonraki yıllarda Rialto Köprüsü’nden çektiğim fotoğrafına her bakışımda “Keşke son bakış pozunu vermeseydin” diye düşünüyordum.

Roma’ya gelişimizde usta heykel sanatçısı Michelangelo’ nun eseri karşısında heyecanlanarak elindeki çekici fırlatarak “Konuşsana!” diye haykırdığı Musa heykelini hayranlıkla seyrettiğimiz o günü hatırlıyor musun? Konuşsana! Gövdeni dört taraftan saran beyaz mermer içinde sesini duyamıyorum ama boşlukta asılı kalan cümlelerin bana cevap veriyor.

Akşam olmak üzere sert esen rüzgârla donuk yüzlerini bana çevirerek eğen servi ağaçları buranın sessizliğini teslim etmemi istiyor. Anlıyorum.

Şimdi veda zamanı. Seninle görüşmem bittikten sonra kalbim huzur buluyor, sakinleşiyor. Avucum yavaşça aralanıyor, oradan sevgiyle canlanıp uçuşan anılarımızı selamlıyor, ayrılıyorum.                                                                                                                                                Nebahat Alptekin