Geçtiğimiz aylarda Neyya edebiyat atölyesinde Murakami’nin Kadınsız Erkekler öyküsü çerçevesinde; yazarı, eserlerini kapsayan bir sunum yaptım. Çok sevdiğim bir yazar olduğu için şevkle hazırlandım ve yazara olan sevgimi atölye arkadaşlarıma da aktarmaya çalıştım.
Günümüzün en çok konuşulan, en ilginç yazarlarından biri bana göre. Kimse onu tam bir yere oturtamıyor. Kahramanları Japon, olaylar Japonya’da geçiyor ama Batı müziği örneğin Beatles dinliyor, Fitzgerald okuyorlar. Geleneksel Japonya ve Japon yaşantısından izlere rastlamıyoruz metinlerde. Geleneksel akım yanlısı olan eleştirmenler tarafından da acımasızca eleştiriliyor, Bazı eleştirmenler onun, Yasunari Kawabata (1899-1972), Junichiro Tanizaki (1886-1965) ve Yukio Mishima (1925-1970) gibi büyük Japon yazarları ile karşılaştırılamayacak kadar hafif olduğunu söyleseler de kitaplarına ilgi her geçen gün artıyor.

Murakami romanının genel bir çatısı var, her romanının olmazsa olmazlarına şöyle bir göz atalım:
Roman ve öykülerinde müzik, resim, edebiyat mutlaka yer alıyor, iyi bilinen sanatçıların isimleri, işleri metnin içinde karşımıza çıkıyor.
“Beethoven’ ın yaylı çalgılar dörtlüsünü seviyordu, bıkıp usanmadan dinleyebilirdi bu müziği; bir şeyler düşünürken de hiçbir şey düşünmeden durmak için de uygun bir müzikti.“
Bu evrensel referans noktaları sayesinde, Murakami dünyanın bütün edebiyat sevenlerine hitap edebiliyor, yani herkes için yazıyor.
Toplumun yalnız bireylerinden seçtiği kahramanları, modern hayatın hüküm sürdüğü dünyanın bütün kentlerindeki gibi yaşıyorlar. Ofiste fazla mesaiye kalıyor, kariyerleri için endişeleniyor, aileleriyle zayıf bir ilişki sürdürüyor, küçük evlerinde kendi işlerini kendileri hallediyorlar. Ama bütün bunlar belirgin biçimde Japonya’da oluyor. Tokyo’nun semtleri, otobanları, metro hatları ya da ülkenin taşrası ve farklı bölgeleri, isim isim yer alıyor kitaplarda. Kahramanlarımız Japon yemekleri hazırlıyor, evde ayakkabılarını çıkartarak geziyorlar.
Cinsellik de önemli bir öğe. Genç ya da orta yaşın eşiğindeki yalnız bireylerin iyi, kötü bir cinsel hayatı var. Kadın ya da erkek kahramanlar belirli aralıklarla sevgilileriyle birlikte oluyor ya da günübirlik maceralara giriyorlar. Erotizmin sınırlarını asla aşmayan bu bölümler, okurunun arzularını harekete geçirecek kadar. Yazar bunu metninde öylesine kullanır ki; tipik bir Murakami romanında olan pek çok başka şey gibi, cinsellik de aslında ‘olmasa da olur’ gibidir… Ama işte, merak eder, ilgiyle okuruz. Bu da yazarın kıskıvrak yakaladığı kentli, modern okurunu metne bağlayan unsurlardan birine dönüşür.
Murakami, birçok batılı yazarın kitabını yeniden yorumlar, resim sanatındaki espri kopyaları (1) gibi. Tolstoy’un Anna Karanina’sı, Murakami’ye Uyku’yu yazdırmıştır. 1Q84 ile 1984 arasında ilişki vardır. Kadınsız Erkekler‘deki bir öyküsünde, Gregor Samsa hamam böceğinden tekrar erkeğe dönüşmüştür ve kambur bir kıza âşık olur.
Kadınsız Erkekler öykü kitabının aynı adlı öyküsünü Neyya Edebiyat Atölyesi’nde sunmak için hazırlanırken başka “Kadınsız Erkekler” var mı diye araştırdığımda, karşıma Hemingway’in Kadınsız Erkekler‘i çıktı.
Haruki Murakami, Hemingway’in Kadınsız Erkekler’ inden seksen yedi yıl sonra, Kadınsız Erkekler‘i yazmış.
1927 yılında yayımlanan Hemingway’in Kadınsız Erkekler öykülerini okurken; kimi zaman bir boğa güreşçisinin, kimi zaman boksörün, kimi zaman bir askerin yaşamına tanık oluyoruz. Hemingway’in erkek kahramanları zorluklarla savaşan güçlü karakterler gibi görünseler de ortak bir korkuları var: Kaybetmek. Hemingway, kitapta yer alan Bir Başka Ülkede adlı öyküsünde bu erkeklerin tanımını verir sanki:
“İnsan niye evlenmemeli?”
“Evlenemez. Her şeyi kaybedebilir insan, ama bunu kaybedecek durumu yaratmamalı kendine. Kaybedecek durumu yaratmamalı. Kaybedemeyeceği şeyler aramalı.”
Hemingway’in kahramanları savaşırken bir yandan düşmandan, diğer yandan kadınlardan kaçarlar. Âşık olmak kaybetmenin başlangıcıdır, kadınlar kalkanlarını indirecek, savunmasız bir hale getirecektir onları. Düşmanlarının yapamadığını kadınlar yapacaktır.
Hemingway bu kaçışı olanca çıplaklığıyla verir okura. Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler’de bebeğini aldırmak için sevgilisini ikna etmeye çalışan adam “Aslında çok basit bir ameliyat. Ameliyat bile sayılmaz,” dedikçe küçülür biz okurun gözünde.
Hemingway’in kalemi yaşamın kendisi gibi acımasızdır, olanı biteni yazdıktan sonra karşıdaki manzarayı hafifletmeye ya da olduğundan daha farklı göstermeye çalışmaz. “Sonuna kadar yazılmış her öykü ölümle biter ve bunu saklayan kişi, iyi bir öykü yazarı değildir,” der Hemingway.
Murakami’nin Kadınsız Erkekler’inde; kadın kahramanlar daha güçlüdür, Hemigway’in maço dünyasından eser yoktur. Erkeklerin çoğu zaten birer kaybedendir.
Kitaptaki hikâyelerde erkekler kadınları anlamıyor. Ama bu erkekler kendilerini de hiç tanımıyor. Toplum içinde yaşamalarına, çalışmalarına ve hayatta kalmalarına rağmen ruhsal durumları sorunlu.
Caz müziği, viski, seks, aldatma, kaybetme ve daha da önemlisi yabancılaşma temaları ile çok tipik bir Murakami kitabı, Kadınsız Erkekler.
Yedi farklı öyküde yedi farklı erkeğin hikâyesini anlatıyor Murakami.
Erkeklerin yaşları, maddi durumları, zevkleri, kadınlarla ilişkileri birbirinde farklı. Benzeştikleri noktalar; kalabalık içinde yalnız olmaları, hayatlarına birçok kadın girse de o hayatlarını değiştiren ve kaybettikleri kadının ardından yas tutmaları.
“Elbette incindim ben, hem de çok incindim.” Gözlerinden yaşlar süzüldü. Karanlık, sessiz bir odada.”
Hikâyelerin tamamında, erkeklerin bu kadınla ve yaşamlarında yer alan diğer tüm kadınlarla olan ilişkilerinden bahsediliyor. Ayrılık, ölüm vs. nedenlerden dolayı bu özel kadını kaybeden, hayatlarını bir daha toparlayamayan erkekler onlar.
“Bir gün aniden sen de kadınsız erkeklerden olacaksın. O gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan; kapını çalmadan, öksürerek haber vermeden; hiç beklemediğin bir anda seni bulacak. Bir köşeyi döndüğünde, aslında çoktan oraya varmış olduğunu anlayacaksın. Ama geriye dönmek mümkün olmayacak. O köşeyi bir kez dönünce, orası artık senin için mümkün olan tek dünya olacak. O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın, hep bu soğuk, çoğul eki ile.”
Kadınsız Erkekler aynı adlı hikâye kitabının son hikâyesi. Adsız protagonist anlatıcı, gece eşi ile yatağında uyuyordur; telefon çalar, eski kız arkadaşının kocası telefonda ona kadının intihar ettiğini bildirir. ” Kim arıyor?” diye seslenen karısına “Yanlış numara,” deyip, gecenin karasında eski kız arkadaşı M’yi düşünmeye başlar. Kadın ilk aşkı değildir ama anlatıcı öyle olmasını istemiştir. Birçok hatıraya düşlerini de ekler, yeniden kurgulayarak hatıralar yaratır. Yaşanmış ve yaşanmamışları karıştırır birbirine. Telefonda ona kadının öldüğünü haber veren erkeği düşünür.
“Dünyanın en yalnız erkeğinin nasıl bir şey olduğunu hayal ediyorum kendimce. Dünyanın en yalnız ikinci erkeği olmanın ne olduğunu zaten biliyorum.”
“Bir kadının ölümü aslında tüm kadınların ölümüdür,” diyerek de yazar tüm hikayeleri bağlar.
Sunumdan sonra düşündüm Haruki Murakami neden bu kadar popüler? Rahat okunan, çıtır çerez kitaplar değiller, edebi bir ağırlığı olan metinler olduğunun herkes farkında. Hans Christian Andersen Edebiyat Ödülü ve birçok ödüle sahip, Nobel’e birkaç kez aday oldu. Sıkı edebiyat okuru da sokaktaki adam da onu okuyor, bunun sırrı ne olabilir?
Metinleri absürtlük kavramına çok fazla yaslanan yazılar, uykusuz geceler ve varoluşçu düşüncelere kapılmanıza neden olacak kurgular bunlar. Tanıdıklık, bildiklik duygusu da yaratmıyor çünkü kitapta yaratılan dünyalar çok sıra dışı.
Güvenilirlik duygusu veriyor olabilir mi?
Bir Murakami okumaya başladığımızda kendimizin farklı bir versiyonu oluyoruz, mantığı zorlasa da yazısına anlam verebiliyoruz. Onu sorgulamıyor, onu yargılamıyoruz. İşte bu GÜVEN. Kaos içindeki tanıdıklık Murakamı’yi bize sevdiren. Kadınsız Erkekler’ de de bu geçerli.
Işın Güner Tuzcular
(1) Espri kopyası: bir sanat eserinin başka bir sanat akımının ilkeleri doğrultusunda yeniden üretilmesi veya tanınmış bir eserin, o eseri kopyalayan sanatçının bakış açısıyla yeniden yapılması anlamına gelir. Burada espri, “zihniyet” anlamındadır ve yeniden üretilen eser, bir reprodüksiyon değil, yeni bir sanat eseri olarak değerlendirilir.