Kasaba evlerinin önünde beyaz bale pantolonlu, çizmeli, yakışıklı genç sahneye giriyor. Siyahlar içindeki adamlarla dövüşe girişiyor, Süreyya’nın bütün koltukları, tavan süslemeleri kılıç sesleriyle doluyor. Kılıç ve bale bir araya gelmesi zor sözcükler dahi olsa Verdi’nin müziğinde, baletlerin ustalığında iç içe geçip seyirlik büyüsünü, estetik güzellik edasını takınıyor. Komikleştirilmiş kılıç hareketlerinin kaybedeni yakışıklı D’Artagnan’ın macerası başlıyor, danslar ardı ardına geliyor. Tekli danslar, ikili danslar, çoklu danslarda bedenler Yunan heykelleriyle rekabet halinde, hareketler uçuşan kuş tüyünün uçarılığında. İnsan bedeninin ulaştığı üstünlük, birinci perdenin ilk sahnesinin bitiminde iki dev armanın olduğu stor biçiminde yukarıdan inen ince perdeyle sonlanıyor. Soldaki mavi arma, sağdaki kırmızı.

Atalarımız ritmik ve uyumlu vücut hareketleriyle bir şeyler anlatmaya başladığında dans etmiş oldular. Bunun 1.5 milyon yıl önce gerçekleştiğini söyleyen arkeologlar, dansın insanın evriminde avantaj sağladığını düşünmekteler. İki ayağı üzerinde 1.9 milyon yıl önce dikilen insan, haberleşmek için dans etmeye başladığında kendi vücudunu da şekillendiriyor. Dans eden figürlere M.Ö. 40.000’lerde rastlanıyor. Konuşma dilinin oluşumuna, yaklaşık M.Ö. 200.000 yıl önce, ayakta dikilmenin getirdiği kafa boğaz yapısındaki değişikliğin neden olduğunu biliyoruz. Ayaklanma, dans ve dil becerilerini yanına katınca dünyada gezinen insan yaptığı dansı duvara çizip sanatsal aktivitelerine girişmiş oldu. Üzerinde uzlaşılan konu, dans etmek bedenimize simetri kazandırdı, dans etmek vücudumuzu şekillendirdi. İnsan, bugünkü bedenini atalarının dans etmesine borçlu.

Bale sözcüğü, İtalyanca dans anlamına gelen ‘Ballo’ ya da ‘Balletto’ sözcüklerin çıkıp gelmiş, Rönesans döneminde başlayan bale 17. Yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılmaya başlamış. Osmanlı döneminde İstanbul’da farklı bale gösterileri yapılmış. Kişisel bale tarihimde, gittiğim ilk balenin adını hiç unutmadım. Kutup Ayısı Polaria’yı ilkokul 4. sınıfta üniversiteli komşu ağabeyimiz sayesinde bütün kardeşler birlikte izlemiştik. Gençlik dönemimde başka bir komşumuz, bu kez bir yaşıtım balet oldu ve oynadı. Şimdi çocuklara, gençlere baleyi öğretiyor. Yazlık komşumun küçük kızı arkadaşlarının yanında duruşuyla farklı duruyor, ona bakınca gözümün önüne Siyah Kuğu filmi geliyor, bale eğitimindeki hırsları ve acıları yeniden yaşıyorum.
Salı akşamı Süreyya’da birinci perdenin üçüncü sahnesi saray içi dekoruyla açıldı. Kral, kraliçe bir köşede tahtlarında oturuyordu, kırmızılar içinde din adamı sahnedeydi. Sekiz balerinin dansı, ardından toplu danslar dayanılabilir güzellikte gözüküyor, bacaklar sırasıyla yukarı kalkıyor, iniyor sonra eller yükseliyor. Ahenk, hafiflik, hızlılık ve sanki altın oran tadında danslar, zamansız ve mekansız sürüyor. Büyülenme bitmedi. Kıyafetler başından beri detayla çalışılmış, kadınlar bale çorabının üzerine diz hizası ya da diz altı etekler giyerken, bale oyuncuları bale taytıyla oynadı. Ana karakterlerin dantel yakalı işli gömlekleri ve tüylü şapkaları dönemin süsünü temsil ederken pantolon üzerine inen tek ceket yoktu. Böyle bir tercih yapılmış balede giyilen tam 250 parça kostüm için. Estonya ve Litvanya balelerini video kayıtlarından izlediğimde uzun ceketleri gördüm. Hepsi bana beyaz geniş yakalı giysisinin içinde dönemin filozofu Descartes’i hatırlattı.

Balenin müzikleri Verdi operalarından alınmış. Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın Aida operasını sipariş ettiği operanın dâhilerinden biri olan Verdi’nin çok tanınmamış operalarından ya da İl Trovatore, Otello gibi eserlerinden alıntılayan, başarıyla tek müzik eseri gibi bir araya getiren Bujor Hoinic. Hoinic, IV.Murat balesinin ve Troya operasının bestecisi, halen Ankara Opera ve Bale’nin daimi şefi, Romanya Besteciler Birliği üyesi müzik insanı. Dansların yaratıcısı ve librettoyu hazırlayanlar iki bale sanatçısı, Armağan Davran ve Volkan Ersoy.
Libretto, Üç Silahşörler olarak bildiğimiz ünlü romandan geliyor. Bale, Üç Silahşor adıyla sahneleniyor. Kitabın yeni baskısı aynı başlıkla yayımlanmış. Büyüklere 755 sayfa, çocuklara 120 sayfa olarak. 19. yüzyıl Fransız yazarı Alexandre Dumas (baba) Üç Silahşör romanında 17. yüzyılda yaşamış D’Artagyan’nın hikâyesini aktarır. Edebiyat tarihi, tarihi roman yazımının 1800’lü yıllarda başladığını söyler. Üç Silahşor 1844 yılında yazıldığına göre ilk tarihi romanlardan biridir diyebiliriz. Yaşamı boyunca 100.000 sayfa basılı yayımı bulunan baba Dumas’ın 300’den fazla romanı yayımlandı. Onu tanıyan oyun yazarı arkadaşı, Dumas’nın dilinin bir yel değirmeni gibi olduğunu söylüyor, harekete geçtiğinde ne zaman duracağı asla belli olmayan bir yel değirmeni. Yazarın, 1951 yılında yeni başkan seçildiğinde, Fransa’yı terk edip Belçika, Rusya ve İtalya gibi ülkeleri gezmesi gözleri ister istemez 19. yüzyıl Fransa tarihine çeviriyor: 1814’te Napolyon Bonapart’ın yönetimden uzaklaştırılışından sonra oluşturulan yeni krallık dönemi 1848’e kadar sürer. Paris’in sokaklarına barikatlar kurarak, yeniden cumhuriyet isteyen devrimcilerin başlattığı 1848 devrimi sonucu İkinci Cumhuriyet ilan edilir. Yasama meclisinin ve cumhurbaşkanının, erkek nüfusun katılacağı genel seçimlerle seçilmesi kabul edilir. Başkan seçilen Louis Napolyon Bonapart, 1852’de imparatorluğunu ilan eder. 1870 yılına kadar süren imparatorluğu, Üçüncü Cumhuriyet Dönemi takip eder. Fransa’ya dönen Dumas, 1870 yılında vefat ettiğinden, 1871 Paris Komünü günlerini görememiştir.

Çok sayıda sinema filmine çekilen, son yıllarda Kore’de televizyon dizisine uyarlanan Üç Silahşor’un hikayesine gelirsek; 1625’de bir kasabadaki hanın önünde bir kavga çıkar. Kavganın nedeni, genç bir adamın komik görünümü ile alay edilmesidir. Yediği sopalar nedeniyle bayılan genç D’artagnan’ın cebindeki mektubu alanlar Kardinal’in adamlarıdır. Mektup Kralın Muhafız Komutanı Treville’e yazılmıştır. Kendine gelen genç yoluna devam eder, Paris’e ulaşır ve baba dostu Treville’le görüşür. Avluda gördüğü mektubunu çalan adamı kovalar. Bu sırada çarpıştığı iki kişiyi düelloya davet eder. Mendil yüzünden tartıştığı üçüncü kişi de aynı daveti alır. Düello muhatapları, ünlü silahşorler Athos, Porthos ve Aramis’tir. Genç adam, düello için üçüne ayrı ayrı saat vermiştir.
Athos’un düello şahidi Aramis ve Porthos’tur. Tam o esnada Kardinal’in adamları ortaya çıkınca üç silahşor ve D’Artagnan onlara karşı birlikte dövüşür, böylece dostlukları başlar. Kardinal’in Kral 13. Louis ile Kraliçe’nin aralarını bozmak için çalıştığını öğrenen Treville, Birmingham Dükü’nden kraliçenin mücevherlerini almaları için silahşorları Londra’ya gönderir. Maceracı Üç Silahşor, Londra’ya gidemese de D’artagnan, mücevherleri dükten alıp Paris’e dönmeyi başarır. Kardinal’in oyunu bozulmuştur.
Kralın emriyle, La Rochelle Kalesi kuşatmasına şövalyeler de katılır. Kardinal ise Miladi adlı kadından Birmingham Dükü’nün öldürmesini ister. Athos, Miladi’yi tanıyıp hapse attırır. Miladi âşık ettiği yüzbaşı tarafından kaçırılır. Yüzbaşı, kadının etkisindedir ve Birmingham Dük’ünü öldürür. Miladi ne yazık ki D’artanyan’ın sevgilisi Madam Bonacieux’u öldürmüştür. Miladi’nin izini süren silahşorlar yargılanmasını sağlar.
Sahne ya da tablolar arası geçişte kullanılan flamaların solda olanı Fransa Krallığına aitti, sağdaki flama ona karşı görünen tarafın Kardinal’in kırmızısıydı.’ Kardinal Kırmızısı’ adını alan rengi giyinmiş olanlar, Kardinal’in kendisi ve onun emirlerini yerine getiren Miladi’ydi. Bale boyunca askerlerin kıyafetlerinin üzerine giydikleri yelekler taraflarını göstermekteydi. Kralın askerleri üzerinde haç olan mavi yelek, kardinal taraftarları aynı biçimli haç taşıyan kırmızı yelek giyiyordu. Mavi yeleklilerle kırmızı yelekliler ellerinde kılıçlarıyla beden gösterisine girişince akla gelen bugün Fransa sokaklarını dolduran sarı yelekliler oluyor. Kötüleşen ekonomik koşulları protesto eden sarı yeleklilerin karşısına çıkartılan kırmızı fularlılar, kardinal kırmızısı renginde fular taşıyor olmalılar. Üç Silahşor balesini farklı kılan, dövüşlerdi. Kılıç provaları uzun zaman sürmüş, bedensel güç ve enerji, konsantrasyon ve dikkat toplama, Süreyya’nın sahnesinde kendini göstermişti. Bacakların, balede verilen adlarıyla atitüd ve arabesk duruşlarına, ileri gelen- geri giden kılıçtutar eller eşlik etmişti.
Zarif bedenlerin dans ettiği bina, Kadıköy’de 1927’de tamamlandı. Süreyya İlmen (Paşa) Avrupa ülkelerindeki ünlü tiyatro opera binalarını gezdi. Fuayesini Paris’in Şanzelize (Champs Elysee) Tiyatrosu’nun fuayesinden, iç bölümlerini ise Alman tiyatrolarından örnek alarak tasarladı ve adını verdiği Süreyya Sineması ve Operasını yaptırdı. Binanın bütününe, devrinin Avrupa’daki mimarlık dekorasyon anlayışını yansıttı. Cephesi ve iç mekanlar figürlü rölyeflerle, tavanlar ise freskler ve yaldızlı kartonpiyerlerle bezendi.
Kadıköy’de Süreyya Operası’nda Verdi müziği ile Üç Silahşor’u izlemek; tarihin çekiminde, bedenin uyumunda, sesin motifinde, hareketin armonisinde, insanın yeniden şekillenmesinde var olmanın memnuniyetiydi.
Nükhet Eren