Şehrin keşmekeşinden usanmış ruhumu dinlendirmek için çıktığım seyahatte, puslu yaylada gelin başı şelalesine doğru yürümüştük. Islak çimenin üzerine matımı koyup uzanmıştım, sadece ağaçların yapraklarını ve gökyüzünü görüyor, şelalenin şarkısını duyuyordum. Zaman öylesine telaşsız akıyordu ki… İçimdeki saatleri durdurabilmenin huzuru tüm benliğime yayılıyor, sakinleşiyorum, rahatlıyorum.
“Mola bitti, yürüyüşe devam. Tepedeki sunağa çıkacağız,” diyor o gür sesiyle rehber. Kalsak ya burada, çıkmasak, inmesek, sadece kalsak...
Tıka basa dolu metroda açılmayan kapıya dayanmış Beni Kör Kuyularda’yı okuyarak, işe gitmeye çalışırken aniden aklıma düştü o yayla.
Koyunlarını otlatan, kara yağız bir çobanın peşine takılıp, önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek, her gün aynı pınardan doldursaydık buz gibi suları, yaylaya çıksaydık.
Kuşlar ve arılar gibi doğanın yabanında özgürce yaşasak, tenha bir derenin kenarında, kuytularda sevişsek.
Daldığım hülyadan cep telefonumun biplemesi ile uyandım. Saat 10.00’da bölüm toplantısı yazmış mekanik bakışlı sekreter. Ne toplantısı bu? Kaçıncı toplantı? Özel üniversitede ders vermeye başladığımda herkes bana gıpta ile bakmıştı, geniş olanaklara, çok paraya kavuşacağımı düşünmüşlerdi. Badanaları dökülen, tavanı akan Beyazıt’taki Filoloji binasının karanlık zemin katında Klasik Yunan Filolojisi, Latin Filolojisi, Ölü Diller bölümü olarak bir avuç insandık, unutulmuş hikâyelere, tozlu kitaplara gömülmüş. Çay simit kahvaltılarımız, ödeneksizlikten iptal edilen derslerimiz, bizim gibi unutulmuş hikâyeleri büyülü gözlerle dinleyen öğrencilerimiz… Daha mı mutluydum o günlerde? Mutluydum da doçent olmam gerekirken Klasik Yunanca dışında Latince, İngilizce ve Fransızca bilmeme, KPSS, Toefl notlarıma, Selanik’te tamamladığım doktorama rağmen hala çaycı kadrosunda asgari ücretten maaş alıyordum. “Ayarlarız hocam, sizi direk doçent sonra da prof. yapacağız merak etmeyin!” diyordu veterinerlik mezunu rektör. Dayanamamış, Yeni Atılım Üniversitesi’nin teklifini kabul etmiştim.
Sağmalcılar’da eciş bücüş eski, yoksul bitişik nizam evlerin arasından üstündeki cam piramit bölümüyle bir modern zamanlar “Tepegöz”ü gibi fırlayan AVM yeterince paralı müşteri çekemeyince kapatılmış, çelik ve camdan oluşan devasa binası Yeni Atılım Üniversitesi’ne kiraya verilmişti. Fakülte binası olarak yeniden tasarlanan yapıya girdiğimde dışarının betonuna, griliğine ve yoksulluğuna inat, saksılar dolusu manolya ağaçları, piramitten gelen ışığa yönelmiş sarmaşıkları ile lüks bir kafeterya karşılıyor beni. Kağıt bardakta ‘Flat White’ ve bir çikolatalı ‘cookie’ alıp telaşla odama yöneliyorum. Küçücük odayı üç filoloji hocası paylaşıyoruz. Köşedeki masama ilerliyor, yokluğumda bırakılan notlara, dosyalara bakıyorum.
Puslu, yeşil yayla ve kepeneği omuzunda, kaval çalan kara yağız çoban imgesi bir şimşek gibi zihnimde çakıyor. “İstifa et ve git, ne kaybedersin,” diyor içimden maceracı bir ses. “Saçmalama,” diyor daha mantıklı öfkeli bir diğer ses.” İstanbullusun, hafta sonu en azından boğazı görmeden yaşayamazsın. Elindeki çeviriyi seviyorsun. Gelecek hafta Londra’daki seminere katılacaksın, bildiri sunacaksın, para biriktiriyorsun, istediğin o ikinci el Volvo’yu alacaksın belki de sene sonunda.”
-Tatilini yaylada geçirdin öyle mi?
-Evet, ‘trekking’ turuna katıldım, Kaçkarlar’da yürüdük.
-Bizim Bingöl’ün yaylaları da güzeldir, benim yayla evime beklerim Nazan Hanım bir ara, havuzum, yeşilin ortasında modern saray gibi bina, spam, jimlastik salonum, her bir şeyim var, tam 15 oda… Film odam da var, akşamları konuklarla seyrediyoruz. Amerika’dan profesörler geliyor ben de kalmaya!
Ya ne güzel, bir gün mutlaka falan diyorum, Halis beye. Ne çapkın adam, tüm kızlara asılıyor. Manken sevgililer mi, yabancı kadınlarla alemler mi ne ararsan var! Karısı ise hep sessiz tüm bu yaşananlara. Üstelik de tam beş çocuk yapmış adamdan!
Son yirmi yılda mucizevi büyüyüp, tam bir “Anadolu Kaplanı”na dönüşen Atılım Holding’in mütevelli heyeti başkanı, üniversitemizin kurucusu Halis Atılımcı; hızlı hareketlerle tespih çekiyor, tüm toplantı boyunca, yaşlı bir tilkinin bakışları ile etrafı süzerken kafeste köşeye sıkışmış bir tavuk gibi kalbime ağrı giriyor, tansiyonum yükseliyor. Bölümü kapatıp, iş akdimizi fesh ederse ne yaparım ben?
“Antik Yunan Filolojisi’ne iki kişi kayıt yaptırmış bu sene, olmaz ki!” diyor. “Masraf çıkmıyor, en az on kişi olmalı yeni kayıt. Tamam medeniyet, kültür de ne kadar finanse ederiz, bilmiyorum?”
“Seminer versek, kurs açsak,” diyor bölüm başkanımız Profesör Ayten Hanım. “Mitoloji örneğin, İlyada gibi edebi metinler, Klasik Yunan Tiyatrosu…”
Gözlerinde bir kurnaz ışıltı, bıyıklarını sıvazlıyor Halis Ağa, ‘capicino’sundan bir yudum alıyor, beğendi galiba öneriyi.
“Mahmutpaşa Üniversitesi öyle bir seminer dizisine başladı, daha spesifik bir program tasarlamak gerek”, diyor öğrenci kayıt işleri müdürü.
Birden konuşurken buluyorum kendimi.
“Antik Yunan’da çoban temasına ne dersiniz? Apollo çobanları koruyan tanrıydı, Ya, Ay Tanrıçası Selena’nın âşık olduğu yakışıklı çoban Endymion?
“Keats ona şiir yazmıştı,” diye destekliyor Profesör Ayten hanım beni.
Halis ağa, tesbihini bir tur daha döndürüyor.
“Çoban ha? Gençliğimde bizim köyde yazları hep koyunları yaylaya götürürdüm. Çoban deyip hafife almamak lazım. Olur mu olur ha! İlgi çeker. Kimdi o kız benim oyumla çobanın oyu bir mi diyen? Reklam afişinde ona da bir yer verin, ilgi çeksin.”
Holdingin reklamcısı, rektör yardımcımız giriyor araya,
“Magazin programında da haber yapalım hem o kızın videolarını döndürürüz hem de o antik çobanların. Şiiri de araya sıkıştırız.”
Ayten hanım boğazını temizliyor, bacak bacak üstüne atıyor,
“O harikulade eviniz var ya yaylada, tur düzenleyelim seminerden sonra, ona da ayrı ücret isteriz. Sizin evde konaklatırız katılımcıları.”
Halis Ağa ile bakışıyorlar, arada gidip gelen duyguları anlamak istemiyorum.
“Ayten Hanım zekânız beni hep hayrete düşürüyor, akademik kariyer yapan birinin bu kadar da ticari zekâsı olması, takdire şayan,” diyor Halis Ağa hayranlıkla karışık bir şehvetle.
Derste, Apollo hakkında sunum yapan öğrencimi dinleyemiyorum bir türlü.
Toplantı çıkışı Profesör Ayten Hanım,
“Tebrikler Nazan, iyi fikirdi. Çoban fantezisi kurtardı bölümü!” demişti kinayeli bir gülüşle.
Benim kara yağız çoban suçlarcasına bakıyor sanki bana, kaçış fantezimi bile kapitalizmin emrine sunan bir şehirliyim ben evet ama o kara yağız çobandan da bir Halis ağa çıkabiliyorsa hangimiz masumuz ki?
Işın Güner Tuzcular
İki kere okudum. zevkle. Altını çizeceğim çok yer var. Ama önce ev hapsinden kurtulup şirkete gitmem ve çıktı almam lazım. Rahmetli Necdet Kalay’ın Sarılı , Açık kahve tonlu eserlerini çok severim. Bu seçkinizi hatırlamadım. Ama benim için sürpriz oldu. Kara koyunlu, kepenekli güzel bir eser, sevdim. Yüreğinize Kaleminize sağlık.
BeğenLiked by 1 kişi
Uğur bey çok teşekkürler. O ev hapsinden bir kurtursak 🙂 yapacak çok şey var. Necdet Kalay’In bir çok çoban eserini buldum bu kepenekliyi kullanmak istedim. Açık kahverengi tonlu eserlerine de bakacağım. Çok teşekkürler bilgi için
BeğenBeğen
Canım💞kalemine,yüreğine sağlık. Bu sistem hayallerimizi bile esir almış durumda.İçimizde ki sevgi,cesaret,pes etmemek hayallerimizi,umutlarımızı gerçekleşecektir.Ne olursa olsun PES etmeyeceğiz!
BeğenLiked by 1 kişi
Teşekkür ederim Oya’cığım. Hayır PES etmiyoruz.
BeğenBeğen