Akrepler mavi rengi kırmızı olarak görür, düşman olarak algılar ve bu nedenle mavi renge boyanmış kapı ve pencerelerden evlerin içlerine giremezler.

Benim köyüm Homurlu, dünyanın en güzel köyüdür. Homur Dağı ve onun eteklerinde uzanan geniş bir ovaya kuruludur. Dağda yaşayanlar yani Yukarı Homurlular hayvancılık yaparlar, çiftçilik yapanlar ovanın ortasından kıvrıla kıvrıla akan çayın etrafına dizilmiş Aşağı Homurlulardır. Topraklarımız o kadar verimlidir ki yediğiniz bir meyvenin çöpünü fırlattığınız yerde, öbür sene meyve veren bir ağaç bitiverir. O yüzden köy halkı kemirdikleri elmaların, armutların çekirdeklerini iyice çiğneyip yutarlar; kayısı, badem, ceviz gibi kırılacak olanları da kırıp yerler. Şeftali çekirdeği ise yenilir yutulur olmadığından köyde dolanırken en olmadık yerde şeftali ağacı ile karşılaşırsınız. Ayrıca aptal bir inat uğruna yutanların, helalarının etrafı hep şeftali ağacı, kıçları hep yaradır.

Annem ağabeyime hamileyken, köyden tırıs gidersen yetmiş beş dakika, rahvan ya da dörtnala gidersen yetmiş dört dakika uzaklıkta büyük bir tekstil fabrikası kurulmuş. En gözde, en şahane kumaşlar burada üretiliyor ve dünyanın dört bir yanına gönderiliyormuş. Bizim köyün genç erkeklerinin uzun yıllar çalıştığı bu fabrika şimdilerde eski bir yıkıntı olarak fotoğrafçıların ilgi odağı. Ağabeyim doğduğunda fabrikada çalışmaya başlayan babam ve arkadaşları, Ankara’dan  gelen birkaç işçinin önderliğinde sendika kurmuşlar. Babam ustabaşı olarak işçileri temsil etmiş, bu yüzden annem hariç köyde herkes ona ‘Usta’ diye seslenir. Tarlayı tabanı, çoluğu çocuğu, onca işi üstüne yıkıp fabrikaya gitmesine hep içerlemiş olan annem Aşey ise onun Usta’lığını hiçbir zaman kabul etmez, o yüzden hiddetlenince İ’sini uzata uzata “İiiimirzali ,” der babama; nazlanınca, özleyince usulca “İmiiir,” der. Son yıllarında ise hep “İmirim,” demiştir.

Annem ve babam aynı köyde aynı tarihte ve aynı saatte doğmuşlar. Aralarında uzaktan kan bağı var.  Her ikisi de bu kanın taşıdığı en gözde genlerin nimetlerinden yararlanmışlar; ağabeyimle bana pek aktaramasalar da endamları, zümrüt yeşili iri gözleri, parlak tenleri, alınlarına düşen ve düşer düşmez zarif bir hareketle geriye attıkları siyah lüleleri ile birbirine layık bulunan bu iki gence köylüler ileride evlenecekleri kesin gözüyle bakarmış. Zaten anam ve babam dillere destan aşkları ile buna dünden razıymış.

Sonunda düğün günü gelmiş çatmış. Bütün köylerde olduğu gibi bizim köyde de düğün telaşı günler öncesinden başlar. İşte o telaşın tam ortasında anneannem yani ninem, dedeme birkaç oğlak yakalayıp kesmesini buyurmuş. Herkesi memnun etmek için Yukarı Homurlu ile Aşağı Homurlu arasında pinpon topu gibi gidip gelmekten dizlerinde derman kalmayan zavallı dedem, ninemin şerrinden korktuğu için itiraz edememiş. Kayalıklara tırmanan oğlaklardan birinin peşinden koştururken aşağı uçuvermiş. Dedemin en olmadık zamanda ölümünü ninem ve annem hiç affetmese de helallik vermişler ve olması gerektiği gibi düğünü ertelemişler. Fakat dedemin daha kırkı çıkmadan annem çeyizini bir traktöre yüklemiş ve babama kaçmış.  

Yedi erkek evlattan sonra doğan tek kız çocuğu olmasından sebep annemin ailesi ile küslüğü mendil kuruyuncaya kadar olmasa da ağabeyimin doğumu ile son bulmuş. Gerçi ninemin gizlice bana söylediğine göre annem çok kısa bir hamilelik yaşamış. Babama ceviz hasadında kaçmış kestane toplanırken emzikliymiş. Tabii ki bunu aleni olarak sorgulama gafletine ben dahil hiç kimse düşemez, çünkü annem ağzımızı cart diye ayırır.

Ağabeyim ve dört sene sonra doğan bendeniz ile aşklarını perçinleyen ebeveynlerimin o vakitler tek derdi düğün yapamamış olmaktı. Ağabeyim altı yaşına geldiğinde özellikle annemin içinde onulmaz yaralar açan düğün konusu da sünnet ile çözüldü, daha doğrusu çözülmeye çalışıldı.

Ben o zamanlar iki yaşındaydım ve o günü en ince detayına kadar hatırlıyorum. Hatta bazı sahneler tablo gibi zihnime kazınmış. Annem bunun imkânsız olduğunu ve ninem tarafından binlerce kez anlatıldığı için öyle sandığımı söylüyor. Belki haklıdır, belki de ben haklıyımdır; bizi biz yapan önemli olaylar asla unutulmaz, bebekliktekiler bile. Hatta onları unutmak istesek dahi başaramayız.

Sünnetin olacağı sabah anamın koynunda yatak keyfi yapmayı umarken kendimi onun sırtındaki heybede bulmuştum. Yeni yeni yürümeye başladığımdan günlerimin çoğu heybede geçerdi. Hele o günler telaşlı ise sırtında oradan oraya savrulmaktan serseme döner, içim dışıma çıkardı, üstüne bir de altımı değiştirmeyi unutursa buram buram kokulara mahkûm olurdum.

Anam için heyecanlı benim için baş döndürücü gün başlamıştı. Bahçemiz sisler içindeydi, devasa kazanlarda yemekler pişiyordu, kor ateşlerde dönen kuzuların mis kokuları köyün dağlarına ulaşmıştı. Tandıra koca koca sinilerin biri giriyor diğeri çıkıyordu. Rengârenk elbiseleri ile parlak güzellikteki kadınlar seğirtiyor, erkekler zürafalar gibi boyunlarını uzatmış dallara akşam parlayacak ampulleri asıyordu. Şimdiden rakı dolu çay bardakları tokuşturuluyor, bir yudum alınıp kuytuya konuyor ve mola verilen işlere devam ediliyordu. Sevdalılara atılan çapkın bakışlar utangaç gülümsemelerle karşılık buluyordu.

Ailemizin hep birlikte yattığı kocaman karyolayı babam ve amcam kan ter içinde bahçeye taşımıştı, annem üzerine gelinlik çarşaflarını seriyordu, bütün çeyizini bahçenin ortasına yığmış gururla sergiliyordu. Babama seslenmekten de geri kalmıyordu.

-İmirzali çardağı süpür!

-İmirzali tozutma!  Sulasana biraz!

-İmirzali suyu az öteye tut, beni ıslattın!

Babam, amcamın zuladan uzattığı çay bardağından bir yudum alıyor, suyu mahsustan onun baldırlarına doğru tutuyordu.

-İmirzali gördüm seni, dalga geçme hadi, sandalyeleri getirin çabuk!

-Yetmez bunlar giit! Biraz daha taşıyın!

Babam, kapılardan zor sığan koca adam, her sabah beni tek eli ile alıp havalara fırlatan yakalarken neşeyle kahkahalar atan, yüzümü yüzüme yaklaştıran koca dev, kıpkırmızı bir suratla oradan oraya koşturup duruyordu.

Sonunda anneme “Kahveci Hakkı’nın sandalyeleri tükendi, köyde sandalye kalmadı,” deme gafletinde bulundu.

Annem “ Yukarı Homurlu’ya git!  Onu da mı ben düşüneceğim! Kahveci Hamit’e bir koşu gidip alıver,”  dedi.

“Yettin artık, kendine gel” bakışı atan babamı tandırın oraya doğru iteledi, yanına sokuldu;

“İmiir,  sanki yaya git dedim, traktörle git, hem anamı ve oradakileri alıp gelirsin.”

Çakırkeyif olan babam hemen yumuşadı. O zaten anamın gözlerine baktığında kızgınlığını unutuverirdi.

Traktöre bindi ve yukarı mahalleye gitti. Annem beni sünnet yatağına koydu, bu biraz iyi olmuştu çünkü sallanmaktan ve sıkıştırılmaktan bitap düşmüştüm. Yatakta uyuya kalmış olmalıyım, gözlerimi açtığımda dağdan üstüme doğru gelen sandalyeler vardı. Ninem traktörü kullanıyordu ardındaki römorkta Yukarı Homurlu’nun yaşlıları en süslü giysileri ile oturuyordu. Onların ardında babam önderliğinde gençler elleri, kolları sandalyelerle dolu dağdan aşağıya kıvrıla kıvrıla geliyorlardı.

Akşam serinliği başlamış, bahçe şen insanlarla dolmuştu. Babam ve kirve, ağabeyimi arıyorlardı; biraz sonra iğneci İsmail gelecekti. 

Bahçe kapısında resmî bir araba durdu; arabadan inenleri düğüne gelmiş diye neşeyle buyur ettiler; içlerinden en suratsız olanı babamın sendika başkanlığı yüzünden tutuklandığını bildiren bir kâğıt uzattı; şaşırdılar; kaçmayan babamı yakaladılar; itiraz ettiler; kelepçelediler; isyan ettiler; dipçiklediler; korktular; babamı itekleyerek aracın içine soktular; bağırıp çağırdılar; araçlarına bindiler; arabayı durdurmak istediler; ezip geçeceklerdi; kenara savruldular; dağ yolunda kıvrılarak gözden kayboldular; ağıtlar ve ağıtlar…

Şiddet ile ilk tanışmamdı ve baş etmenin yolunu hiç kimse bilememişti. Kabul etmek, o gün genetik kodlarıma işlenmiş olmalı ki uzun yıllar herhangi bir konuda itirazda bulunmadım, fikrimi beyan etmedim, dogmaları olan insanlara gıpta ettim, garipsedim ve asla anlayamadım.

Bir süre daha babam çıkar gelir ve sünnet düğünü yapılır umudunu kaybetmediler. Hatta Hakkı ve Hamit, sandalyeleri bahçe duvarının kümesle kesiştiği köşeye yığdılar, üstünü branda ile örttüler. Bahçeden ayrılırken şöyle seslendiler “Aşey Hala, köşeye güzelce yığdık sandalyeleri, birkaç güne salıverirler Usta’yı çifte düğün yaparız o vakit!”

On gün sonra, 12 Eylül 1980 darbesi oldu ve fabrikada çalışan köyün gençlerini evden topladılar. Kahveler yasaklandı. Babamın nerede olduğunu öğrendiğimizde kiraz hasadı zamanıydı fakat köyün kirazları dalında kurtlandı. Yıllar içinde gençlerin hepsi birer ikişer evlerine döndüler, babam gelmedi, onun yerine annem her bayram görüş günlerinde daha önce hiç gitmediği İstanbul, Bursa, Çanakkale şehirlerine gitti. Yanında babamın en sevdiği yiyecekler, ördüğü renkli bir kazak, yeni bir gömlek, ütülü çamaşırlar olurdu. Bazen ağabeyim, bazen dayımlardan biri ona eşlik ederdi. Bu gidişlerde peşlerine düşer, yaygarayı koparırdım ve hep aynı cevabı alırdım; “Baban iyileşsin, alıp geleceğiz.” Onun hastanede olduğunu ve oraya küçük kız çocuklarının alınmadığını söylerlerdi.

Ve bir gün “Usta, evine dönüyor!” dediler. Homurlu köylüleri gün ağarmadan bahçeye akın etti, elleri kolları babam için taşıdıkları yiyeceklerle doluydu. İşte! En sonunda, bahçe kapısında, neşeli kalabalığın arasında, babam karşımda duruyordu.

Babamı yeniden gördüğümde,

Sabahtı, şıngırtılı kristal camdan bir sabah,

Babamı yeniden gördüğümde,

On iki yaşındaydım. Annemin boyundaydım. İnceciktim.

Etekleri uçuşan kırmızı bir elbise giyiyordum, dayımın hediyesi İstanbul’dan getirdiği.

Beyaz kısa çoraplarım ve siyah rugan ayakkabılarım vardı, küçük parmağımdaki nasır canımı fena halde yakıyordu.

Babamı yeniden gördüğümde,

Beliklerini döndüre döndüre iki rulo yapmışlar ve kulaklarımın yanına sımsıkı tokalamışlardı, oysa uzun saçlar özgürce savrulmak içindi.

Babamı yeniden gördüğümde,

Ninem, ilk kez gözlerime sürme çekmişti,  ağlarsam simsiyah akacaklardı.

Babamı yeniden gördüğümde

Boğazımda kocaman bir taş yutamıyor, kusamıyordum.

Babamı yeniden gördüğümde,

Hatırladığımdan çok daha yakışıklıydı, çok daha güzel gülümsüyordu, çok daha ihtişamlıydı.

Ve ben yukarıya sıçradım, kollarımı koca devin boynuna doladım, ayaklarım havada sallandı, yüzüm gözüm simsiyah oldu, saçlarım uçuştu rüzgârda.

O gece ağabeyim ve ben babamın sağında, solunda, tepesindeydik, ona doyamadık. Fakat sonraki günler annem “Herkes kendi yatağına, marş marş,” komutu ile bizi yataklarımıza yolladı ve sonsuza kadar babama el koydu.

Birkaç hafta sonra şeftalileri toplayıp kasalara yerleştirecek ve toptancıya yollayacaktık. Annem bir sabah sandığını açtı ve sakladığı yerden ağabeyimin sünnet düğünü davetiyelerini çıkardı. Düğün olmayınca üşenmemiş davetiyeleri geri toplamış, sandığa saklamıştı. Bir kalem ile üzerindeki tarihleri değiştirdi. Bazı davetiyelerin sahibi artık mezardaydı, onları yeni zarflara koydu üzerlerine yeni isimler yazdı ve eski zarfları sandığın diplerine gizlerken gözyaşlarını içine akıttı. Bu, babamın evden zorla alınmasından sonra annemin geliştirdiği ilginç bir ağlama yöntemiydi ve hiç kimse ondan daha iyisini yapamazdı, gözyaşlarını içine böyle güzel akıtamazdı.

Annem ile üşenmeden köyün bütün evlerini ziyaret ettik, bu kez ben heybesinde değil yanındaydım, elimden sımsıkı tutuyordu ve telaşla o ev senin bu ev benim peşinden sürüklüyordu. Davetiyeleri bıraktık.

Babam, ağabeyim ve amcam kümes ile bahçe duvarının kesiştiği köşede yığılı sandalyeleri indirdiler, tek tek elden geçirdiler, tamir ettiler. Sandalyeler anamın gözüne pek eski geldi,  “Boyayalım,” dedi.

Babam bana baktı;

-Prenses hangi renk istersin?

-Mavi, çivit mavisi.

Sandalyelerden arta kalan boyayı aldım ve bahçe kapımızı masmavi boyadım. Artık beklenen düğün başlayabilirdi.

Ayşenur Turan