“Artık öyle bir hale geldik ki!”

“Haklısın, yaşanılır yer olmaktan çıktı bu dünya! Böyle mi olacaktı sonumuz! Oysa ki biz…”

“Oysa ki biz, ne! Biz neyiz ya da neydik ki “oysa ki biz” deme cüretini gösteriyoruz Esin’ciğim. Şapkayı önümüze alıp da bir düşünmemiz lazım ya hu! Dünyamızın bu günkü haline gelişine, günden güne ölüşüne bir şapka çıkaralım, bir saygı gösterelim, bir düşünelim önce… Sonra, sonra fikir üretme aşamasına gelebiliriz böylece.”

Elindeki ipad’e yazmayı kesti sonra genç adam… Adı Metin’di, adı gibi metanetliydi metanetli olmasına da artık kaldıramıyordu boş konuşmaları… Çözüm üretmek lazımdı, hayıflanmadan geçmişe, geçmiş hatalara… Çaresizlerdi biliyordu ama bunun çözümü hayıflanmak değildi değildi de, kendi de belli etmeden geçmişi düşünüyor ve özlüyordu o günleri… Değerini bilmedikleri o hasletleri… Ne olmuştu da bu hâle gelmişlerdi!

Dünyalarına aniden bir virüs gibi yayılan bir sağırlık söz konusuydu… Sağırlık ama hastalıktan kaynaklanmayan… Kim başlatmıştı, kimde başlamıştı, öyle geride, geçmişte kalmıştı ki artık zaten ne önemi de vardı ki zaten… Ses duydun mu sağır oluyordun, tek gerçek buydu işte… O yüzden artık konuşmuyorlar, söylemek istediklerini ellerindeki ipad’e geçiriyorlardı… Artık sadece renkler ve müzik vardı hayatlarında… Allahtan müzik sesi onları etkilemiyordu. Ama içinde ses olmamak kaydıyla… Müzikle kimliklerini belirtiyor, renklerle de ne olup bittiğini anlıyorlardı.

“Bak gene mor renk yandı, kimbilir kimlerin canı yandı gene, yazık!” diye yazdı Esin.

Metin’in okuldan arkadaşıydı. Artık onlar gibi arkadaşlıklarını sürdürebilen de yoktu ortada. Konuşamadıktan, duyamadıktan sonra ne lüzumu vardı bir araya gelmenin, toplanmanın… Ama onlar seviyorlardı bir arada olmayı, adını koyamadıkları bir çekim vardı aralarında, o yüzden hâlâ sürüyordu görüşmeleri.

Duygusal biriydi Esin, derin bir iç çekti ve düşündü: Mor hüznün rengiydi, ölümün habercisiydi, haksız yere ölenlerin, öldürülenlerin… Haberlere şöyle bir göz gezdirdi, gene bir kadın istismarı haberi gördü, daha da üzüldü, dünya üzerinde o kadar çok şey olmuş, bitmiş ve daha da yaşayacakları nice gariplikler varken şu eski çağlardan kalma kadın istismarı, kadın cinayetleri, kadın tecavüzleri hâlâ devam ediyordu ne yazık ki ve de ne garip ki!

“Gördün mü bak, gene bir genç kıza tecavüz edilmiş, ailesi de bu ceza ona yetmez diye bir de kendileri tecavüz etmiş olası hayatına, kızı alıp aç susuz bağlamışlar kapalı bir yere, kızcağız ölüp gitmiş bir kuru kemik”

Bunları yazarken bile gözleri dolu dolu olan Esin, burnunun direğinin sızladığını ve gözlerinin yaşla dolu olduğunu göstermemek için arkasını döndü sanki dışarıya bakarmış gibi…Ağlamak istemiyordu… Her gün aynı acı gerçeğe açıyordunuz gözlerinizi, yolda, işte, gezmede, dostta, sohbette, dönerken, evde hep acı, hep acı…Hep ölüm, hep tecavüz, hep istismar, hep haksızlık, hep acı, hep gözyaşı…

“-Özellikle şu kadınlar konusu çok canımı yakıyor” diye yazdı ipad’ine… “-Yok efendim, “kadın kuyruğunu sallamasa olmazmış böyle şeyler”  “kaşınmıştır işte o da” “çıkmasın kardeşim sokağa, otursun hanım hanımcık evde, evlensin gitsin” “öyle yok serbest yaşamak, baba evinden koca evine ancak, dönmek de yok geriye, ancak ölün çıkar koca evinden” Nedir bu kadınlara yapılan baskı? Ta ilk çağlardan beri sanki dünyanın tek sorunu kadınlarmış gibi…”

“Anlıyorum seni.” diye yazdı Metin…

Duyarlı birkaç erkekten biriydi kendisi ve Esin böyle bir arkadaşı olduğu için seviniyordu, kimse kalmamıştı etrafında bırak konuşmayı, yazışmak için bile olsa… Herkes kendi dünyasında yaşayıp gidiyordu.

“Kadınların durumu vahim vahim olmasına da, ya ayrımcılığa ne dersin?”

“Yok onlar siyah, yok onlar Kızılderili, yok gözleri çekik, yok onlar Laz, Alevi, Çerkez, Kürt, yok onlar hayvan, öküz, insan; ayrım yapa yapa ayırmışız birbirimizden kendimizi. Oysa dışarıdan bir baksalar dünyaya ne bir sınır var etrafta, ne de başka bir engel. Sınırları koyan biziz, engelleri, maniaları… Birbirimize kavuşmamamız için elimizden geleni yapıyoruz ne hikmetse!” diye ekledi Metin yazdıklarına.

“Sonunda bizi ayıran sözleri duymamak için, duymamayı öğrendi insanoğlu ne acı…” diye cevapladı Esin. “Ne yapsalardı ki, duymak iyi değildi, duymak mutsuzluktu, duymak ayrımcılık gerektiriyordu, duymak ayırıyordu, acı veriyordu, sonsuz bir acı ve en önemlisi duymak düşünmeyi getiriyordu oysa insanoğlu artık düşünmek istemiyordu…”

“Bu tıpkı kendi kendini sabotaj etmeye benziyor biliyor musun!” dedi Metin. “Bak şunu dinle bak, hiç denemiş miydin korku, gerilim filmlerini sessiz olarak seyretmeyi! Sesli ve sessiz seyretmek arasında filmi, dağlar kadar fark vardır bilir misin! Ses makinisti bilir oysa insanı nerelerde heyecanlandıracağını, korkutacağını, sesi azaltıp çoğaltarak istediği etkiyi, efekti yaratır, bizler de en basit bir korkuda bile titrerdik korkudan, elimizde olmadan… Marifet ‘ses’te ve o ‘ses’i kullanan makinisttedir. Oysa aynı sahneyi sessiz seyretsek belki de hiç etkilenmeyiz bile, hatta eminim, sanki öyle bir hayal seyreder gibi seyreder geçer gideriz.”

“Yo, hiç denemedim denemesine de, akla çok yakın geliyor söylediklerin, genelde korkardım ben gerilim filimlerinden, hayaletler, vampirler falan derken korkudan koltuğun bir köşesine sinerdim. Ama eğer sesini kısıp da bir iş yapmaya falan başladıysam o zaman ekrandaki görüntüler pek etkilemezdi beni, galiba haklısın.”

“Sessizlik güvendir, güven verir, orda çok sese gerek yoktur, sesler insanı korkutur, sesler insanı şaşırtır, sesler insanı yolundan çıkartır, sesler hükmeder, etkisi altına alır. Oysa sessizlik öyle mi, korkutsa da azıcık, güdülemez seni, uyuşturucu almış gibi bakarsın ortalığa, içindeyken olayın dışındaymış gibisindir, müdahale etmez, karışmazsın sadece seyredersin… Suçla başa çıkamayınca, adalet kaybolunca, duymanın verdiği acı dayanılmaz hale gelince, insanoğlu da kendi kendini sabote etmiş, kendini duymamaya şartlandırmış.” diye ekledi Metin.

İnsanoğlunun istediği sadece huzurlu bir yaşammış ve toplumsal bir paranoya neticesinde birden duymamaya başlamışlar, ilk kim duymamış, kim sesimi duyarsan sağır olursun demiş, kim konuşursam sağır olurlar demiş bilinmiyor ama önce anlayamayıp korktukları bu sağırlık işlerine gelmiş onların, korkuyla birlikte gelen rahatlıkta sessizliğin sesini duymuşlar, hoşlarına gitmiş bu durum, artık kimse beyinlerinin içine giremiyormuş, o her daim fısıldayan ses yok olmuş, varsın görsel basın yazıp çizsin, çok da umurlarında değilmiş hani, sonunda öyle bir kanıksamışlar ki duymamayı mutluluğun baş şartı yapmışlar…

Esin, geçmişi hatırlamanın ve hatırlarken bazı gerçekleri fark etmenin şaşkınlığıyla: “Ya çocuklar, çocuklar ne yapmış bu durumda?” Öyle ya, en zoru çocukların alışmasıymış bu duruma! “Çocuk bu, onların konuşmaması, sormaması, öğrenmemesi imkansızdı, onları uyuşturmak kolay olmamıştır mutlaka!” diye sormuş.

“Onun da kolayını bulmuşlar elbet, çare teknolojide yatıyormuş, yarattıkları bir ipad sayesinde çocukların toplumdan soyutlanmalarını, etrafları ile ilgilenmemelerini, düşünmemelerini, konuşmamalarını öğretmişler kolayca, önemli olan müzik ve oyunmuş zaten onlar için, bu isteklerini de ipad karşılıyormuş, ne gerek varmış ki artık konuşmaya. Bu tehlike de bertaraf edildikten sonra sıra gelmiş haberleşmeye… İnsanları nasıl ellerinde tutacaklarına, herkese bir müzik kodu verilmiş, haberlere de renklerle biçimlendirilmiş bildiğin üzre.” diye cevapladı Metin düşünceli düşünceli.

Mor: ölümün, öte dünyanın, hüznün rengiydi artık dünyalarında. Kadın, çocuk ölümlerinin, tecavüzlerin, istismarların rengi… Siyah: politik haberlerine, gri bilinmeyen olaylarına, mavi sağlık haberlerine işaret ediyordu… Yeşil: kişisel gelişimin, pembe aşkın, sevginin, kırmızı savaşların, katliamların rengi… Kahverengi: politik haberlere işaret ederken, Lacivert: doğa olaylarını, hava durumunu bildiriyormuş…Turuncu: hayatın, neşenin, tutkunun, Sarı’ysa bilimsel gelişmenin. Açıklık veya koyuluklarına göre de haberlerin şiddeti değişiyormuş elbet… İşte böyle ayırmışlar haberleri ve ne acıdır ki kendi küçücük dünyalarında bu ayırıma bile üşeniyormuş insanlar… Çoğu turuncu ile pembe arasında yaşayıp gidiyormuş… “Ne gerek varmış ki şu kısacak yaşamda kendini üzmeye…” İtalyanların ‘Dolce vita’ dedikleri bir yaşam tarzına eş bir yaşamdı artık onlarınki, suya sabuna dokunmadan, sadece gezelim, eğlenelim, gülelim, lay lay lom!..

“Böylece renklerden ve enstrümantal müzikten oluşan yeni bir dünyaya kucak açtık bilmeden… Peki mutlu muyuz?” diye ekledi Esin… “Ben şahsen değilim ama yapacağım bir şey de yok, ne gelir ki elden! Çözüm ne! Çözüm var mı ki! Ben yalnız kendi başımayken bile korkuyorum kendi sesimi duymaya, kendimle konuşmaya bile korkarken, başkasıyla konuşmayı denemek! Olacak şey değil! Ya kendi sesimi duyar da sağır olursam!” diye elindeki ipad’e yazdı sonra da.

Gülümsedi Metin sessizce… “Haklısın, şu hale bak, kendi sesimizden bile korkar olduk sonunda, aslında bir komplo teorisi var diyorum ben gene de, bu sağırlığı biz yaratmadıysak da, sağır olmamız için elinden geleni yaptı kim olduklarını asla öğrenemeyeceğimiz karanlık güçler, eninde sonunda itiraz edeceğimizi, karşı çıkacağımızı biliyorlardı bilmesine de kendi kendimizi sağır edeceğimiz onların bile aklına gelmemiştir!” diye yazdı sonra.

Onların istediği olmuştu, suya sabuna dokunmayan, hiçbir şeye karışmayan, kalkışmayan, güdülebilir bir toplum… Ama onların da istediği tam olmamıştı aslında, bu defa da hiçbir şeye karışmıyorlardı, ne kadar kışkırtılırlarsa kışkırtılsınlar hiçbir şey yapmıyorlar, hiçbir şeye tepki vermiyorlardı. Kendi dünyalarında yaşıyorlardı artık, oraya kimsecikler giremezdi.

“Ama bu uyuşturulmuş bir mutluluk! Bütün o karşı çıktıklarımız, bütün o kötülükler olduğu yerde durup durmakta, ölümler devam etmekte, kızlar, kadınlar sömürülmekte, askerler, polisler öldürülmekte, din adına, politika adına insanlar harcanmakta… Karşı çıkmalıyız, kurtulmalıyız bu uyuşukluk rehavetinden!” diye heyecanla ekledi Esin.

“Tamam, bir çare bulmalıyız bu tepkisizliğe, silkinmeliyiz bu uyuşukluk halinden, subliminal telkinler mi koymalı acaba renklerin ve müziğin içine diye düşündü sonra, sonra bir iki kişinin yapacağı iş değil ki bu, organize olmak gerek, hoş o karanlık güçler de aynı yolu deniyordur bence, bilinçaltımıza bilmeden kim bilir neler neler empoze ediyorlardır Allah bilir” diye yazıp iç geçirdi Metin de.

Sonra birden dank etti, düşünmeye düşünmeye bilinç altına atılan bilgiler geri gelmeye başlamıştı zihnine, Esin’le olmayı işte o yüzden seviyordu, Esin’le konuşamasalar da yazışabiliyor, paylaşabiliyorlardı bir çok şeyi, onun sessizliğini bile seviyordu, alışmıştı ona yıllar içerisinde.

“Sen öğrenilmiş çaresizlik nedir bilir misin?” diye sordu Esin’e ve cevabı beklemeden başladı yazmaya:

“Bir laboratuvarda bir deney yapılmış. İçinde bir büyük ve çokça küçük balığın olduğu kocaman bir akvaryum konmuş ortaya. Daha sonra akvaryumun ortasına dikey bir cam yerleştirilmiş, böylece akvaryum ikiye ayrılmış olmuş. Büyük balık bir tarafa, küçük balıklar da diğer tarafa yerleştirilmiş. Büyük balık cam bölmeyi geçmek ve küçük balıkları yemek için defalarca deneme yapmış. Bu durum tam 28 saat boyunca sürmüş. Sonunda büyük balık artık diğer tarafa geçmek için mücadele etmeyi bırakmış. O zaman bilim adamları aradaki cam bölmeyi kaldırmışlar ve o da ne, bir de bakıyorlar ki: Artık büyük balık, küçükleri yemek için hiçbir hamle yapmıyormuş. Küçük balıklar etrafında cirit atarken, o hâlâ arada cam varmış gibi hissedip, algılıyormuş… Yemek için denememiş bile! Buna psikolojide ‘Öğrenilmiş Çaresizlik’ deniyormuş. Bir düşünsene, bize olan da bu işte… Bizler de tıpkı bu balık gibi öyle kanıksamışız ki acıyı ve çaresizliğe öyle alışmışız ki kendi kendimizi engelleme yoluna gitmişiz. Olan biten bu anlasana!”

“Evet, ben de duymuştum bu deneyi, ama bütün toplum bazında uygulanabileceğini düşünmemiştim doğrusu. Ama haklısın, okuduğum bir istatistiğe göre, özellikle çocuklar bu konuda çok hassas. Ergenlik yaşına gelene kadar bir çocuk ortalama 148.000 defa anne babasının ‘ yapma; elleme, dokunma…’  sözlerini duyuyormuş. Böyle olunca da çocukta büyüyünce ‘yapamama’, ‘edememe’ özellikleri gelişiyor ve öz güvenini yitiriyormuş. Senin dediğin doğru arkadaşım, işte bize yapılan da tam anlamıyla bu!”

“Ama olsun maymunun gözü açıldı, nasılsa onlar bizi uyuşmuş biliyorlar, hâlâ düşünebiliyor olmamızı akıllarına bile getirmiyorlardır artık, onları kendi silahları ile vurmalıyız Esin!” diye heyecanla bağırdı, bağırdı, sonra… “Aman Tanrım, bağırdım” diye düşündü kendi kendine ve Esin’e zarar verme korkusuyla ona doğru baktı içi titreyerek, Allahtan Esin ipad’ine bağlıydı.

Bir şey olmamıştı, yoksa sağır olmuş da hayalinde mi uyduruyordu sesi, bir kez daha bağırdı:

“Metin, benim adım Metin!”

Kulağına öyle bir zonklamayla geri döndü ki ismi, şiddetin verdiği acıdan zevk bile aldı, zevk almasına şaşırarak… Aman Tanrım, duyuyordu! duyuyordu! Şaşırdı bir an için… Nasıl olurdu ya! Kendi sesi sağır etmemişti kendisini, demek ki… Nasıl yani! Bunca yıl yaşadığı korkuya lanet etti, korkunun kendisinden korkmak bile adamı korkak ediyordu demek ki… Nasıl da kimsenin aklına gelmemişti ki bu durum?.. Ama bir mucize olmuştu işte, aradaki cam kırılmış, o uyuşukluk, o atalet gitmiş, heyecan geri gelmişti, hayatın mucizesi diye düşündü Metin. Ve tekrarladı ismini bir daha, bir daha “Metin, Metin” diye… Sahile usulca vuran yumuşak dalgalar gibiydi sesi, konuştukça içi açılıyor, kalbi açılıyor, beyni açılıyordu. Sanki yeniden bir doğuş yaşıyordu. Sonra Esin’e döndü. Esin ise şaşkınlıkla Metin’e bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Metin bir şeyler diyordu demesine de duymadığını bilmiyor muydu sanki. İpad’ine bakmasını işaret etti Metin ve yazmaya başladı.

“Bana güveniyor musun Esin? diye sordu.

Soran gözlerle baktı Esin, Metin’e. Güveniyordu elbet, hatta güvenmenin ötesinde gizli bir hayranlık da duyuyordu kendisine itiraf etmese bile. Başını salladı, güvendiğini belirtmek için.

“O halde, korkma ve kulaklığını çıkar.” 

Şaşırarak baktı Metin’e, gördü ki kulaklığı yok üzerinde, ne yapmak istiyordu ki! Sağır olmak mı istiyordu yoksa hoş fazla bir kayıpları da olmayacaktı ya, duydukları bir tek müzikti. Olmasa da olurdu, güveniyordu Metin’e, gözlerini gözlerinden ayırmadan yavaşça kulaklığı çıkardı kulaklarından. Hiç ses yoktu, sadece gülümsemesini görüyordu Metin’in, bir de o güzel derin gözlerini…“Teslimiyet bu olsa gerek!” diye düşündü, ne teslimiyeti diye aklına gelen düşünceleri kovaladı sonra, “Teslimiyet kızım, sen bu adama âşıksın işte, ancak bir âşık teslim olur sorgusuz sualsiz” diye içindeki ses üsteledi. O da gülümsedi, ne olurdu âşık olsa, sonra üzüldü bir anda, sesin önemi geldi aklına, hüzünlendi.

Dünyanın en güzel şeyi sevdiğinin ismini söylemek olmalı diye düşündü içinden. Sonra birden uzaktan derinlerden gelen yumuşak kadife gibi bir ses duydu:

“Esin, Esin…

Kalbinin en gizli köşelerine giren güneş ışığı gibiydi Metin’in sesi, girdiği her yer aydınlanıyor, ışıldıyordu. Ne olduğunu anlayamadı ilk önce, ismini bile unutmuştu çünkü uzun zamandır duymaya duymaya. Korkudan ilk anlarda duyamadı bile önceleri, sağır olduğunu zannetti, korkuyla Metin’e baktı, gözyaşları tam da fırlayacakken gözlerinden Metin’in o erkeksi tok sesi, önce kulağına, sonra da kalbine erişti…

Sakin ol Esinciğim, sakın telaşlanma, korkma, sağır falan olmayacaksın, sakin ol, yavaş yavaş, seslerimize bir alışalım, sonra…”

Kalbi deli gibi çarpıyordu Esin’in. Bir yandan korkuyordu ama bir yandan da duymanın verdiği hazdan kendinden geçer gibi oluyordu, bir de tabii Metin’in sesi vardı, o ayrı bir heyecan veriyordu kendine. Hani ses duyunca sağır oluyordu insanlar! Bunca zaman kandırılmışlar mıydı yani!

“Gördün mü bak, korkunun ecele faydası yokmuş!” diye devam etti Metin konuşmasına. “Korkmadın değil mi, canım benim, nasıl da denemedik biz bunu daha önce, ama her şeyin bir zamanı varmış demek ki, zaman bu zamanmış. Esin, Esinciğim, ne güzel ismin varmış, ismini söylemek ne kadar da hoş!”

Esin de yavaşça ve dudakları titreyerek “Metin” diye fısıldadı, “Metin, Metin…”

Giderek yükselen bir ses tonuyla zikreder gibi Metin’in ismini tekrarlıyor, onun isminin dudaklarından çıkarken bıraktığı hazzı kaybetmek istemiyordu. Böylece birbirlerine isimlerini söyleyerek farklı bir aydınlanmanın, farklı bir duygulanmanın eşiğinde birbirlerine baktılar merakla. Esin, uzun zamandır paylaştıkları sessizliğin ortasında arkadaşlıklarının sesle birlikte yön değiştirmesinin verdiği utançtan yanakları pembeleşmiş vaziyette “Metin…” diye titreyerek konuştu ilk defa.

“Sesini duymak kadar, adını söylemek de ne kadar güzel!” diye ekledi sonra.

Metin’de ilk defa görüyormuş gibiydi Esin’i. Bir ses insanı bu kadar mı etkilerdi! Ses miydi bizi etkileyen, yoksa sesle birlikte gelen duygular mıydı bilmiyorlardı! Bildikleri tek şey artık her şeyin değiştiğiydi. Sesin verdiği hazzı yaşamak bambaşka bir şeydi, yazışmak başka, konuşmak başka şeymiş! Nasıl da unutmuşuz böylesi duyguları diye hayıflandılar içten içe. Önceleri bir bebek gibi basit cümlelerle dolu, heyecanlı ve telaşlı olan konuşmaları, zamanla zenginleşti, çoğaldı ve tutkuyla doldu, taştı. Bir ara konuşmaktan sesleri kısılsa da, konuşmaya devam ettiler gene de. Şaşkınlıklarını ve duygularının yoğunluğunu atlattıktan sonra sakinleştiler sonunda. Heyecanlıydılar, bu mucizeyi herkese yaymanın peşine düşmüşlerdi bile…

Metin : “Kendi silahları ile vuracağız onları ve başkasının sesini duymanın kimseyi sağır etmeyeceğini, her sese kulak vermenin iyi olduğunu, doğru olduğunu anlatacağız insanlara, ama sessiz sessiz, ama yavaş yavaş, ama mutlaka! Çözümsüz diye bir şey yoktur çözüm olmayı seçersen, çaresiz diye de kimse yoktur çare olmayı tercih edersen! İnsanlarımıza anlatmalı, duyurmalıyız bu ironik durumu… Kendi kendimizi sağır etmekten vazgeçmeliyiz artık.”

Yazmak başka, duymak başkaydı, şimdi anlıyorlardı…Yazmak kalıcı, konuşmak, duymak geçiciydi geçici olmasına da konuşmanın, duymanın hazzı, birlikte bir şeyler paylaşmanın hazzı, aynı anda bir olmanın hazzı yalnızlığı paylaşmaktan, yalnızlıkta yazışmaktan daha farklıydı… Yazıyı sese dönüştürmek, sesi duyguya, düşünceye… İşte şimdi birlikte yapacakları, paylaşacakları bir şeyleri olmuştu… Sesleri çoğaltmak, duyduğun seslerden korkmamak, anlamaya çalışmak sesleri, korkmamak, ürkmemek farklı seslerden…. Aslında farklılığın zenginlik olduğunu anlamalıydı insanlar, sınırların olmadığını, sınırları biz insanların çizdiğini anlamalıydılar… Dünyaya uzaydan baksalar göreceklerdi sınırların olmadığını, sınırları koyan bizdik, biz insanlar… Birbirimizi kategorize etmekten vazgeçmeliydik… Beyazı, siyahı, sarısı, Japonu, Çinlisi, Zencisi, Müslümanı, Hıristiyani, Budisti, Alevisi, Kürdi, Lazı, Çerkesi hepimiz birdik, birden gelmekteydik… Hepimizin sesi farklı olacaktı elbet, ama özde hepimizin sesi birden gelmekteydi… Bunu anlatmalıydılar tüm insanlığa…

Sesler bu dünyaya ait, bu dünyanın sesidir, hiçbir ses susturulamaz, susturulmamalıdır…”

Ayşen Cumhur Özkaya