“Salgından sonraki günlerdi” diye bahsedeceğimiz günlere çok zaman var mı?”

   Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Dr. Tedro Adhanom Ghebreyesus ile Sağlık Bilim Kurulumuz korona virüsün uzun süre bizimle olacağı uyarısında bulunuyorlar. Maske takmamızı, ellerimizi en az yirmi saniye sabunlu suyla yıkamamızı ve sosyal mesafede tedbiri elden bırakmamamızı öneriyorlar. Hastalığın henüz aşısı bulunamadı, çalışmalar devam ediyor. Bulunduğu zamanda en erken sonbaharda uygulanabileceği belirtiliyor.

   Uzmanlar normalleşme sürecinde bazı insanların dışarı çıkmaya korkacaklarını bu duruma “kulübe psikolojisi” ya da “salyangoz sendromu” adı verildiğini, üzerine gidilerek bu korkunun yenileceğini bildiriyorlar. Salgının duyulduğu zamandan beri evdeyim, normalleşme sürecine nasıl uyacağımı bilemiyorum. Şimdilik dışarı çıkmayı aklımdan bile geçirmiyorum. Erken rezervasyon yaptırdığım yaz tatili programını da iptal ettim. Hareketsiz kalınan günlerin psikolojimizi ve beden sağlığımızı bozacağını düşünerek eksersiz yapmaya başladım.

   İlk günlerde evimizi köşe bucak karıştırdım, kendime işler çıkardım. Dışarıdan gelen ihtiyaçlarımızın temizlenmesi de zaman alıyor. Naylon poşetle gelenlerin silinebileceklerini siliyor, boşaltılacakları hemen boşaltıyorum. Sebzeleri defalarca yıkayıp kullanıyor, bir kısmını da dondurulmuş olarak satın alıyorum. Meyveleri yemeden önce sabunlu suyla yıkadıktan sonra kabuklarını soyuyorum. Günler geçtikçe sıkıntım artıyor içimde her zaman acaba iyi temizleyebildim mi sorusu duruyor.

   Gezilerimize ait kayıtları izleyeyim tekrar gezmiş gibi olurum diye düşündüm, gezmenin tadını vermedi, bıraktım. Yıllardır elimden düşürmediğim cep telefonumu bir kenara bırakıp, eski fotoğraflarıma yeniden bakmayı denedim. Kapağı yıpranmış albümlerde ele alınıp bakılmaktan köşeleri kopmuş, solmuş ve bir kısmında da kaybedilmiş kişilerin fotoğraflarını görmek beni mutsuz etti.

   Tanıdığım, tanımadığım insanların hastalık ve ölüm haberleri nedeniyle dikkatimi toplayamadığım için kitap da okuyamıyorum. Nükhet Eren Yaratıcı Yazarlık Atölyesi olarak şu ara bizim günümüz yazarlarının eserlerini inceliyoruz. Okulların ve kültürel etkinliklerin korona salgını nedeniyle tatil edilmesi, atölye çalışmalarımızda beraber olmamızı engelledi. Şimdi yazma ve okuma çalışmalarımızı, yüz yüze olmasak da seslerimizi duyarak skpe’den yapıyoruz. Bu kapsamda okuma konusu sırasında Barış Bıçakçı’nın “Sinek Isırıklarının Müellifi” romanı var. Günlerdir elimde olduğu halde okuyup bitiremediğim için kendime kızıyorum.

    Hastalığın yayılmaması için toplu ibadetler ve cenaze törenleri yasaklandığından yakınlarımızın vefatlarında son görevlerimizi yapamadık diye üzülürken, Almanya’daki en ağır vakaları tedavi eden Prof. Dr. Werner Seeger ile yapılan röportajda hasta ölse de virüsün aynı anda ölmediği, uzun süre sonra yok olduğunu söylediğini okuyunca isabetli bir karar alındığını anladım.

   İtalyan doktorlar çocuklardaki Kawasaki hastalığı ile korona arasında bağlantı kurmuşlar. Virüsün iyileşen hastaların vücudunda kalıcı hasarlar bıraktığı yönündeki haberleri de göz önüne alırsak hastalığın ciddiyeti daha fazla anlaşılıyor.

   Sağlık Bakanlığı her gün vaka, ölüm ve iyileşenlerin sayısını veriyor. Gazetelerde ve televizyonlarda gördüğüm bu sayılar içinde hayatını kaybedenleri ve sevenlerini düşünerek üzülüyorum. Görünmez düşmanla savaşmak ne kadar zor.

   Bugün pencereyi açtım, masmavi gökyüzüne bakıyorum. Her zaman orada görüp oynadığım bulutlardan bir tane bile yok. Olsalardı hayalimde şekillendirip öyküler yazarak vakit geçirirdim. Karşımda etrafını betonla boğmalarına inat hızla büyüyen, bahçemizin ıhlamur ağacı var. Birkaç gün önce tomurcuk olan yapraklarının hepsi uyanmış, sarımsı yeşil renkleriyle güneşe baka baka büyüyorlar. Bakışlarımı üzerlerinde gezdiriyor, şekillerini çiziyorum. Çıkan tabloyla içim biraz açılıyor. Kargalar, martılar uçmuyor, kediler nereye gitti; onlar da salgını duydular, saklanıyorlar mı sorularını; kediler mamaları bittiği için, kargalar da onların yiyeceklerine ortak olamadıklarından dolaşmıyorlar, iyi kalpli insanlar onları başka bir yerde doyuruyorlardır, martılar da evleri olan denizlere dönmüşlerdir umarım diye cevaplıyorum. 

   Pencereden kendimi sarkıtabildiğim kadar sarkıtıyorum. Sağ taraftan görebildiğim kadar cadde, yılların verdiği yorgunluğu atmakta, gevşemiş, sakin yatıyor. Maskeli insanlar caddede ağzı kapalı gözler gibi dolaşıyor.

   Kovit-19 virüsü öksürük, hapşırık ve konuşma sırasında etrafa saçılan damlacıklarla bulaştığından maske takmak zorundayız. Ayrıca hasta olanların solunum esnasında çıkardığı partiküllerle kirlenmiş yerlere ellerimizle dokunduktan sonra ağız, burun ya da gözümüze temas etmemizle de bulaşıyor. Hastalığın bulaşmasını önlemek için izolasyon çok önemli. Haberlerde de uyarıldığı gibi maskeyi lastiklerinden tutarak burun, ağız ve çeneyi içine alacak şekilde takmak, kullanırken dokunmamak ve  yine lastiklerinden tutup çıkararak atık kutusuna atmak gerekiyor.

    Maske takmamanın, kolay yayılan ve öldüren bu virüsü insanlara bulaştırıp hastalanmalarına sebep olmanın sorumsuzluk olduğunu düşünüyorum. Bugünlerde hastanelerin bir kısmı pandemi hastanesi oldu. Orada yatan hastaların ne kadar acı çektiğini düşünerek üzülüyorum. Özveriyle çalışan sağlık personelinin ve bu uğurda hayatlarını kaybedenlerinin hakları asla ödenmez.

   Başımı çeviriyorum. Sahilde her zaman yürüyen insanlar olurdu. Şimdi birkaç kişinin zamandan çalarcasına hızlı hızlı gidip kaybolduklarını görüyorum. Denizden yaklaşan, uzaklaşan müzik sesi geliyor.

   Bu pandemi günlerinin havayı ve suları temizlediğine şahit oluyoruz. Balıklar temizlenen sularda insanlardan canlarını kurtarmış, özgürlüklerinin tadını herhalde çıkarıyorlardır. Televizyonda gördüğüm yunus balıkları kıyıya kadar gelmiş dans ediyor, yarışıyorlar. Denizdeki farklı boydaki balıkların yuvalarından çıkarak, aralarında güvenle eğlendiklerini hayal ediyorum. Karantina günlerinin balıkları mutlu ettiğini düşününce seviniyorum, sıkıntım hafifliyor.

   Denizlerdeki huzurun “balıkların bayramı” olduğunu düşünerek teselli oluyorum.

Nebahat Alptekin