Gözlerimi açtığımda ceviz ağacının gür yaprakları ile karşılaştım, bulutlar ve gökyüzü yeşilin arka planıydı. Ne muhteşem bir uyanış diye mırıldandım, o uçuşan yeşillikler İstanbul’un yeni sakini papağanlar mıydı?

Muhteşemdi gökyüzüne uyanmak ama ani bir korku sardı bedenimi, ne olmuştu niye çimenlerin üstünde yatıp gökyüzüne bakıyordum? Bedenimi elledim, tişörtüm, jeanim üstümdeydi, öylece yatıyordum çimenin üstünde… Ayakkabılarım yoktu!  Doğrulmaya çalıştım, her yerim tutulmuştu.  

“Uyandın sonunda, iyi misin?”

İrkilerek sesin geldiği yere baktım, uzun saçlı genci bir yerden hatırlıyordum…

Akşamki gitarcı çocuk değil miydi o?

Etrafıma dikkatlice bakınca… Aman Tanrım Taksim parkındaydım.

“Çay içer misin?”

“Nasıl geldim buraya?”

“Caddede bulduk seni, çok sarhoştun, orada bırakamazdık.” Bir çift kırmızı converse uzattı,

“Uyurken rahat et diye çıkardım.”

O sırada bir delikanlı ve kız daha geldi, simit dolu bir torbayla.

“Tuvalete götüreyim mi seni, metro içine elini yüzünü yıka.” dedi dövmeli siyahlar giymiş kirli, uzun saçlı kız.

Onu da akşamdan hayal meyal hatırlıyordum, yağmur şıkırtıları, gök gürlemeleri gibi sesler çıkartan tuhaf bir müzik aleti çalıyordu.

Çok sonra ancak iki bardak çay içip bir de simit yedikten sonra aklıma geldi telefonum ve çantamı aramak.

İkisi de yoktu. “Seni bulduğumuzda çantan yoktu” dedi müzisyenler.  Ya, maskem neredeydi?

“Boş ver biz de takmıyoruz,” dedi gitarcı…

“Yaşlılar hastalanıyor biz genciz…”

Eksik parçayı hatırlamıştım aniden, sabah uyandığımdan beri eksik gelen o parçayı…

Letafet Teyze, Begüm abla neredeydi? Birden hatırlamaya başladım.

Her şey iki gün önce sahilde yürüyüş sonrası başlamıştı, bıktım artık demişti Letafet Teyze;

“Kendimi çok yaşlı hissediyorum, her sabah öldüm mü diye düşünüyorum gözlerimi açmadan önce, bu lanet virüs öncesi yaşım hiç aklıma gelmezdi.”

“Sürekli yaşlılar çıkmasın, yaşlılar yapmasın, yaşlılar olmasın… Haklısın valla” dedi Begüm Abla.

“Münevver de yok artık… Sözde doğum günümü birlikte kutlayacaktık.”

Denize doğru küskün küskün bakmaya başladı, Münevver Teyze’yi ne zaman düşünse denize, gökyüzüne bakıyordu böyle küskün. Kuzenlerdi, aynı okulda beraber öğretmenlik yapmışlar kaç sene, aynı sokakta oturmuşlar kolay mı?

“Annem bu sene Asmalı Mescit’e gideceğiz, felekten bir gece çalacağız demişti, doğum günün için aylar öncesinden plan kuruyordu, doktora götürebilseydik” dedi Begüm Abla ve o da denize doğru küskün küskün bakmaya başladı.

İyice fenalaştığında acile hastaneye götürmüştük ama pandemi hastanesi diye kabul etmemişlerdi, pandemi olmayan hastane ararken kucağımızda son nefesini vermişti Münevver Teyze. Sanki asırlar önce gibi geliyordu ama daha dört ay olmuştu. Zaman hızlı geçerken bir yandan da sanki hiç ilerlemiyordu akreple yelkovan.  Yaşamımız endişe, kasvet, hüzün yumağına ne zaman çevrilmişti?

Ben daha sessizimdir, genelde dinler çok konuşmam ama dayanamadım:

“Hadi ama gidelim Asmalı Mescit’e, Münevver Teyze’ye de kadeh kaldırırız.”

“İznim yok benim gece çıkmaya, altmış beş yaş üstü gece sekizde eve dönmek zorunda biliyorsunuz, yasak yaşamak bize!” dedi Letafet Teyze, sesi iyice kırılmıştı ağladı ağlayacak.

“Koskoca kız lisesi müdürüne bu yapılır mı?”  dedi Begüm Abla, yarı şaka yarı ciddi.

“Gideriz ya, niye gitmeyelim. Letafet Teyze saçını boyarım senin, benim jeanlerden birini de giydin mi kimse anlamaz yetmiş yaşına merdiven dayadığını.”

İnce uzun bir kadındı Letafet Teyze, her sabah bizimle parkta spor yapar, yürürdü. Yaşını, doğrusu ben de düşünmezdim bu virüs öncesi.

İki yıl olmuştu Cevizli Yalı Sokak’ta bu eski apartmanda daireyi tutalı, üniversiteyi kazanıp Anamur’dan gelmiştim İstanbul’a, Letafet ve Münevver Hanımın komşusu olmuştum. Emekli okul müdürü Letafet Hanım biraz otoriter ve ciddiydi, ilk günlerimde beni merdivende yakalar, sorguya çeker, gelenime gidenime, kıyafetime karışmaya başlar, ben de cevap verdiğimde emekli resim öğretmeni Münevver Teyze araya girer, ikimizi de sakinleştirdi.  Münevver Hanımın sağlığı hiç iyi değildi ama yaşama sıkı sıkı sarılmıştı. Zaten çekingen olan ama İstanbul’un karmaşasından iyice kabuğuma çekilmiş beni, kendimi kapattığım odalardan çıkartmıştı. O olmasa ilk seneyi tamamlayamaz memlekete geri dönerdim.

Begüm Abla annesini görmeye gelmişti şubatta, Paris’te yüksek lisans yapıyordu ama salgın başlamış, üstüne annesini de kaybedince kalmıştı İstanbul’da. Çok geçmeden de hapis ve kapatılmanın girdabına kapılmıştı, seferler ne zaman başlayacak diye sormuyordu artık, Letafet Teyze’yi de bırakmak da istemiyordu sanki,

Letafet Teyze’nin saçlarını siyaha boyamış, yırtık jeanimi ve siyah bir tişört vermiştim, korona nelere kadirdi, hep eleştirdiği kıyafetlerimden birini giymek zorunda kalmıştı. İçimiz kıpır kıpır ilk kez beş ay sonra Bakırköy dışına çıkmıştık o akşam.

İstiklal tam bir hayal kırıklığıydı, bomboş, karanlık, kasvetli… Saç ektiren Arapları bile aramıştı gözüm.  Çok sıkıcı dönelim derken müziği duymuştuk, ışığa giden pervaneler gibi müziğin geldiği yere yönelmiştik.  İki erkek, bir kız, büyülü, doğuya ait ezgiler çalıyorlardı. Kasvetli caddeyi Binbir Gece Masallarından bir ana dönüştürmüşlerdi sanki, büyülenerek dinlemiştim. Begüm Abla dans etmiş, Letafet Teyze çıkarıp 50 TL atmıştı gitar kutusuna, “Bugün benim doğum günüm!” diye bağırmıştı…

Asmalı Mescit de sakin hatta solgundu, maskeler çenelerde rakı içmek tuhaftı gerçekten, üstelik polis dolaşıyordu arada, rakısından bir yudum almış adam alelacele polisi görünce maskesini çenesinden burnuna getirmişti…

“Ölü burası, arkadaş bahsetmişti bir mekândan oraya gidelim mi?” demişti Begüm Abla.

Eee…. Sonra gittiniz mi o mekâna? Ne hatırlıyorsun neredeydi?

“Tepebaşında tarihi bir apartmanın çatı katında bir mekandı, her şey serbestti, maske kimse takmıyordu, sigara bile içiyorlardı mekânda. Caz çalıyordu, çok neşeliydi ortam.”

Virüsün uğramadığı bir mekandı orası, virüs yoktu, başka bir boyuta ışınlanmışlardı ya da virüs hiç olmamıştı.

Aniden bir kapıyı açmış ve kendilerini bir karnavalda bulmuşlardı sanki… Kahkaha, şerefe sesleri… Basit, ilkel görünümlü bir yerdi ama görkemli bir ruh vardı o mekanda hissedebiliyordum, beni kendi tozlu, kurak, fındık kabuğu dünyamdan çıkarmıştı, bambaşka bir varoluşun tınısını dinletiyordu. Vahşi, çok renkli, nabız gibi atan bir ritmi vardı kulübün.

Boğma rakı, ev yapımı bira, votka… Ne içtiğimi ve ne kadar içtiğimi, ne kadar dans ettiğimi, kiminle dans ettiğimi hatırlamıyordum.

Efsane bir pasta gelmişti sonra, Begüm Abla sipariş etmiş, tam mumları üflediğimizde aniden iskambilden kuleler gibi dağılmıştı mutluluk.

Polis… eyvah… kaçın… sesleri duyulmuştu. Balkondan diğer binaya atlıyorlardı anımsıyorum, bir sis perdesinin ardında koşan siluetim, bir an boşlukta kalmıştı ayaklarım ve sonra diğer çatıya ulaşmıştım. Arkama baktığımda panik içinde Letafet Teyze “Sen koş, kaç!” diye bağırıyordu.

Müzisyenler ilgiyle dinlemişlerdi…

-Anladım nereye gittiğinizi, Şehmuz Abinin kulübü, gündüzleri emlakçı, gece kulübe çevirir, içkisi de serttir. Kendi yapar.

“Polis bastı ha, ben bir karakola gideyim, bilgi alırım belki,” diyor dövmeli müzisyen.

Gezi parkının içinde bir banka oturup bekledim. Niye onları bırakıp çatıdan atlamıştım? Nasıl bir ruh halindeydim dün akşam…

Uzun saçlı müzisyenle, dövmeli kız kafeyi açmış, bir çay daha demlemiş yanıma gelmişlerdi.  Virüs nedeniyle hiçbir yerde çalamayınca kaldıkları evden çıkmak zorunda kalmışlar, bu çay ocağının sahibi tutmuş ellerinden.

İşler açılınca güneye çalmaya gitmeyi düşündüklerini anlattılar uzun uzun mutlu bir hayale tutunur gibi, “O okyanus sesi çıkaran aleti çalmayı öğrenebilir miyim?” diye sordum, “Ders veririm,” dedi.

Yola birlikte çıktıklarım ölmüş, tenha arka sokaklarda tecavüze uğramış, kaybolmuş olabilirlerdi ve parkta yağmur sesi çıkarmakla ilgileniyordum. Zehirli bir örümcek ağı gibi yakalıyordu kader beni, kabuğumu kırıyor çıkarıyordu tekinsiz olanı, canlı olanı, yaşama aç olanı.

Ya onları terk ettiğin için başlarına bir şey gelmişse vicdanınla baş başa nasıl uyuyacaksın diye soramıyordum bile kendi kendime…

Bu ağaç gölgesinde parkta her şey unutulmuş, geçmiş bir düş gibiydi.

Korkulanlar olmadı ve Letafet Teyze ve Begüm Ablayı nezarette bulduk, karakoldan çıkarıp, çay ocağına getirdik. Çimenlerde oturmuş çay içiyoruz.

“Bu yaşta utanmıyor musun bir de öğretmen emeklisiymişsin dedi polis efsane kız lisesi müdürü Letafet’e düşünsene,” diyor Begüm Abla, bir yandan da gülüyor. Gözü mosmor, nasıl olduğunu sormaya korkuyorum ama o gülüyor.

Letafet Teyzenin saçı başı darmadağınık, tişörtü yırtılmış ama ikisi de çılgınca gülüyor. Ben de gülmeye başlıyorum…

Gökyüzüne bakıyor Letafet Teyze, “Ne doğum günü ama, Münevver de olsaydı o karakolda, komisere neler derdi kimbilir,” tekrar kahkaha atmaya başlıyor.

Işın Güner Tuzcular