“Ey Beyrut, kalbimden selamlar sana, Ey Beyrut.
Öpücükler denizine ve evlerine,
Eski bir denizci yüzü gibi olan her taşına.
Halkımın yaraları büyüdü,
Ve anaların gözyaşları
Sen benimsin, sen benim,
Ah kucakla beni Ey Beyrut
.”

Bir kent düşünün ki doğa ananın hiçbir güzelliğini esirgemediği, dağı, denizi, ormanı, güneşi ile cennetin yeryüzündeki tasvirine benzeyen bir kara parçası. İnsan ırkının 72 çeşidine ev sahipliği yapan, bir ana kucağı gibi sarıp sarmalayan şefkat. İnsanlığın başlangıcından beri de var olan bir kent.  Gılgamış Destanı’ndaki Humbaba’nın koruduğu “Sedir Ormanları”nın Lübnan olduğu tahmin ediliyor, Fenikelilerin ilk kurduğu şehir olan yedi bin yıllık (Cübeyl) Byblos’taki limandan Mısırlılara sedir ağaçlarını satarak ticareti ilk başlatan uygarlık olduğunu tarih kitaplarında okuyoruz. Ticaretin ve ilk Latince yazının kullanıldığı yer Beyrut.

Bu kadim kenti ne yazık ki ben hep savaş ve hüzünle anıyorum. 70’lerde 80’lerde bir savaş ve suikast şehriydi. Haberlerde siyah beyaz televizyondan mermiler, bombalarla delik deşik edilmiş binaları, çarpışan milisleri görürdüm hep, bir zamanlar Doğunun Paris’iydi derlerdi onun için. Sonra iç savaş sona erdi, şehir yaralarını sardı, tekrar o eski haline dönmeye başladı. Hatta tur şirketlerinin reklamlarında Doğunun Hüzünlü Paris’i diye anılmaya başlandı.  Birçok arkadaşım gezmeye gitti, mutfağı, müzikleri, iklimi, kozmopolit yapısı ile tekrar cazibe merkezi olmuştu.  Benim de gitmek istediğim bir şehirdi.

“Beyrut burada doğup büyüyenler için vazgeçilmez sızılı bir yara, dışardan bakanlar için, oryantalist bir meraktır” demişti Lübnanlı Ermeni Şair Hemo.

Hiroşima’nın yıldönümü 4 Ağustos’ta sosyal medyada bir anda Beyrut limanından yeni bir Atom bombası gibi alev ve kül mantarının yükselişi gösterilmeye başlandı, binlerce ton amonyum nitratın bulunduğu bir depoda dehşet verici bir patlama yaşanmıştı. İçim acıdı. Kaderine bu kentin ve tragedyasına yandım.

Bu hafta birçok yazı çıktı Beyrut hakkında, ben sosyal, politik, ekonomik analizleri değil de şehiri anlatan edebiyatçıları okurken buldum kendimi.  Romancı Elizabeth Harris bir yazısında Beyrut hakkında kitaplar ve Beyrutlu yazarlara yer vermiş. Yazının kısa bir derlemesini paylaşmak istedim.

Resim : Andy Warhol

“Beyrut, şehirlerin Elizabeth Taylor’udur: deli, güzel, parçalanan, yaşlanan ve sonsuza dek dram ile içiçe” diye yazıyor Amerika’da yaşayan Lübnanlı yazar Rabih Alameddine  Beyrut’un tüm kaosu ve büyüsünü, yansıttığı Unnecessary Woman / Gereksiz Kadın adlı romanında ve ekliyor. “Ayrıca, ne kadar uygunsuz olursa olsun, ona refah, zenginlik vaat eden ilk hayranıyla evlenecek.”

Romanın baş kahramanı Aaliya adlı 72 yaşındaki, mavi saçlı, edebiyat seven bir kadın, anılarındaki Beyrut’u anlatıyor, hayali şehri, yeni haliyle kıyaslıyor. Burası onun evi sevdiği, nefret ettiği ve asla ayrılmayacağı bir şehir.

San Francisco’da yaşayan Alameddine, karmaşık bir Beyrut portresi çizse de, Halil Cibran’ın Beyrut’u bir tür dünyevi cennettir.

“İlkbahar her yerde güzel olabilir ancak Lübnan’da bir zarafet sembolüdür. Bahar, yeryüzünün etrafında çağlayan, fakat her daim Lübnan üzerinde dönüp duran, imparatorlarla ve ermişlerle sohbet eden, Süleyman’ın ezgilerini ırmaklarla birlikte dile getiren ve mukaddes Lübnan sedirleriyle eski utkuların hatırasını yad eden bir ruhtur.”

İlk olarak 1912’de Arapça olarak yayınlanan Kırık Kanatlarda, Beyrut, “derenin yanında oturan ve pürüzsüz pullarını güneş ışınlarında kurutan bir Denizkızı”dır.” Gibran şairlere ilham vermek ve hayal gücünü heyecanlandırmak için doğa tarafından gönderilen gelinler gibi görünen “parfümlü çiçeklerden kıyafetler” giyen çiçekler ve portakal ve elma ağaçlarıyla dolu bir bahçe şehrini anlatır. Maalesef Cibran’ın Beyrut’u iç savaş ve sonrasında yok olmuştur.

Birçok çağdaş romancı, eserlerinde savaş yıllarını ele alır, ancak bazıları çatışmanın en yoğun yaşandığı dönem de bile yazmaktadır.  Zehra’nın hikayesinde, Londra’da yaşayan Hanan El-Şeyh, savaşın ataerkil bir toplumun talepleri tarafından kısıtlanan ve zulüm gören psikolojik sorunları olan, dengesiz bir kadın üzerindeki etkilerini araştırıp yazmıştır. Barış zamanı Beyrut,  Zehra için asla tam olarak anlayamadığı kurallar ve beklentilerle dolu bir yerdir. Paradoksal olarak, savaşta Beyrut beklenmedik şekilde özgürlüğüne kavuştuğu şehirdir.

Beyrut Blues’da, El-Şeyh’in kahramanı Asmahan, savaşla parçalanmış sevdiği şehri izlemek için kalmak ya da yurtdışında yeni bir hayata başlamak için kaçmak arasında kararsızdır. İç ikilemi, sevdiklerine, Beyrut’a ve savaşın kendisine yazılmış bir dizi mektuptan oluşan parçalanmış bir epistolar yapı ile ifade edilir.

Elias Khoury’nin  Little Mountain / Küçük Dağ adlı romanı ilk olarak 1977’de yayınlanan ve iç savaşın başlamasıyla eşzamanlı olarak yazılan bir eserdir, milislerden Filistinli mültecilere, doktorlara, mimarlara, kaçakçılara ve fahişelere kadar baş döndürücü bir çok karakteri tanırız romanın sayfaları arasında ve Beyrut’un tüm o kargaşasını yaşarız.  Beyrut sürekli değişir her yeni karakterden farklı bir şeyi sembolize edir : tehlike ve barınak, fırsat ve trajedi, hafıza ve hafızanın kaybı. Gate of Sun / Güneş Kapısı romanında da yazar Beyrut’taki Filistinlileri konu alır. Binbir yüzlü Beyrut’un mülteci yüzüdür anlattığı.

Hiroşimalı ölü çocuklar kapılarda

teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler

derken denizden geldi o mantar ölüm bulutu, zehirli kül olup, gökyüzüne savurdu Beyrut’u, Beyrutluları.

Kan, gözyaşı, ağıt.

Işın Güner Tuzcular