Artam Antik A.Ş. sayfasından alınmıştır.

ŞAHAP SITKI

(2 Nisan 1915, Niğde – 3 Eylül 1991, İstanbul)

Şair, Yazar, Çevirmen

Türk hikâyeciliğinin unutulmuş isimlerinden biridir Şahap Sıtkı. Tam adı Şahap Sıtkı İlter’dir. Zahide Hanım ile A. Sıtkı Bey’in çocuğu olarak Niğde’de dünyaya gelen Şahap Sıtkı, soyadı kanununun çıkmasından sonra İlter soyadını alır. Eserlerinde sadece “Şahap Sıtkı” imzasını kullanmıştır.

1937 yılında şiirle başladığı edebiyat çalışmalarını ölümüne kadar sürdüren, bu süre içerisinde beş tane hikâye kitabı, biri çocuk romanı olmak üzere beş tane roman, bir piyes, bir anı kitabı ve çok sayıda çeviri eser yayımlayan bu üretken yazarımız hakkında çok fazla çalışma yapılmamıştır.

Babası A. Sıtkı Bey’in görevi dolayısıyla öğrenim hayatını Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde “Niğde Cumhuriyet İlkokulu, Isparta Ortaokulu, Antalya Lisesi”nde tamamlar.

Falih Rıfkı Atay, “Bizim Akdeniz” kitabını yazmak üzere Antalya’ya gitmiş. 23 nisan töreninde halkı coşturan bir söylev veren, konuşmasının başında da kendisine “hoşgeldiniz” diyen lise son sınıf öğrencisi Şahap Sıtkı’yı yanına çağırtıyor: “Konuşmanızı çok beğendim. tebrik ederim. liseyi bitirir bitirmez Ankara’ya, bana gelin. Sizi Avrupa’ya göndereceğim.”

Şahap Sıtkı, liseyi bitirince doğru Ankara’ya, Ulus gazetesine gidip Falih Rıfkı’yı soruyor. o akşam Yugoslavya’ya hareket ettiğini söylüyorlar. Kolu-kanadı kırılmış, arkadaşlarının yanına dönüyor. onlar “Aldırma,” diyorlar. “Biz hukuk’a gireceğiz. sen de yazıl.” Fakülteye kaydını yaptırıyor. “– Ekşi Sözlük-

Şahap Sıtkı mezun olmasının ardından Matbuat Müdürlüğü’nde çalışmaya başlar. (1936)  Bir yıl sonra  PTT’ye  geçen Şahıp Sıtkı, aynı yılın sonunda Ankara Radyosu’nda memur olarak görev alır ve 1940 yılına kadar Ankara Radyosu’nda ve ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosunda çalışır.  1941’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Şahap Sıtkı, 1948’de Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde, 1952-1954 yılları arasında da Çocuk Esirgeme Kurumu’nda Neşriyat Müdürü olarak görev yapar. Ziraat Bankası’nda basım bürosu amiri iken emekli olmasının ardından Şahap Sıtkı  İstanbul’a yerleşir. 

Şahap Sıtkı memurluk hayatı boyunca sivri dili ve haksızlığa tahammül edemeyişi sebebiyle çok defa yer değiştirmelere maruz kalmıştır. Eğitimli, okur – yazar ve gerçek bir entelektüel olması dolayısıyla cehalete prim vermeyen Şahap Sıtkı, çalıştığı kurumların pek çoğunda amirleri tarafından sevilmeyen biri olmuştur.

1947’de evlendiği Ümit hanımdan ikisi erkek “Kerem ve Osman” birisi kız “Zeynep” olmak üzere üç çocuğu dünyaya gelir. Genç yaşta kaybettiği oğlu Osman, yazarın hayatı ve sanat anlayışı üzerinde önemli ölçüde etkili olur. Çocuğunun ölümünden sonra yazdığı eserlerde çoğunlukla ölüm konusunu işler.

İlk şiiri, 1937 yılında Varlık dergisinde çıkar ve dergide yayımlanan şiirleriyle edebiyat dünyasında adını duyurur ancak kısa zaman sonra  şiir yazmaktan vazgeçer ve aynı dergide bu kez şiir eleştirisi ve sanat yazıları, mektup, mülakat,  dönemin eserlerine;  şiir, şair ve yazarlarına yönelik tenkit ve tahlil yazıları kaleme alır.

Varlık’ın bir sayısında Halit Fahri Ozansoy‟un kendi şiiri üzerinden yaptığı bir eleştiri yazısının ardından şiir yazmayı bırakır. Bunu bir söyleşisinde şu cümlelerle ifade eder: “Bizi biraz da Fecr – i Âti edebî kuşağının duygululuğuyla suçlandırdı. Diyeceğim, şiir Batı memleketlerinde o erişilmez üstünlüğüne kavuşurken biz burada duygulu, hasta bir çeşit hayal oyunlarıyla kendi kendimizi avutuyorduk.” Şiir yazmayı bırakmasıyla ilgili olarak, yine aynı söyleşisinde, “Ben şiiri beceremediğim için yakasını koyuverdim. Direnmek boşunaydı.” demiştir.

“Hikâyelerinde hayat zorlukları, geçim kaygıları altında bunalan güçsüz kişilerin alınyazılarını, toplum düzenindeki haksızlık ve eşitsizlikleri verdiği, verirken de gerçekçi bir gözleme dayandığı, psikolojik bir atmosfer yarattığı görülür.” -Behçet Necatigil-

Hikâyeye çok önem veren yazar, hikâyeciliğimizde köşe taşı dediği Sait Faik Abasıyanık‘n hikâyelerinden etkilendiğini söyler. Ayrıca sanat anlayışını oluşturan sanatçıların Gogol, Çehov ve Katherine Mansfield olduğunu belirtmiştir. Bunların dışında eserlerinde sıklıkla adı geçen Shelley‘den de etkilendiğini söyleyebiliriz.

Şahap Sıtkı, özellikle geçim sıkıntısı içindeki insanları anlattığı yapıtlarıyla tanındı. Hikâyelerinin kahramanlarını konularına bağlı olarak işçiler, balıkçılar, köylüler ve gibi toplumun orta ve alt gelirli sınıfından seçti. Anlatı kahramanları arasına yer yer aydınları, sanatkârları da dâhil ederek toplumdaki eşitsizliklere ve sınıflar arasındaki farka dikkat çekti. Anlatılarında psikolojik bir atmosfer içinde gözleme dayalı, eleştirel gerçekçilikle örülmüş kurgu dikkati çeker. Modern insanın yalnızlığını ve iç çatışmalarını anlattığı hikâyelerinde zaman zaman Sait Faik etkisi hissedilir.

Şahap Sıtkı İlter hikâye ve romanlarında köy hayatını ve köylüleri; işçi sınıfını ve zor çalışma şartlarını; sanatçı ve aydın kesimin mutsuzluğunu ve bunalımlarını eleştirel bir bakış açısıyla kaleme almıştır. Hikâyelerindeki kahramanlar mutsuz, sıkıntılı ve içgüdüleri ile toplumsal hayat arasında sıkışmış insanlardır. Büyük idealleri ve arzuları yoktur. Küçük mutlulukları vardır. Sürdürülen hayat içinde birey olarak varlıklarını idame ettirmeye çalışmaktadırlar.Şahap Sıtkı hikâyelerinin kahramanları paranın gücü karşısında ezilen, geçim kaygısı yaşayan, sıkıntılı, iç çatışmaları yoğun olan tiplerdir. Ayrıca eleştirel gerçekçiliğin belirgin özelliklerinden biri olan insanın iç dünyasına yönelme ve psikolojik tahliller de yazarın hikâyelerinde sıklıkla karşımıza çıkan unsurlardır.” – Burcu Vardar-

Şiir eleştirileri DoğuşYaratış ve Varlık dergilerinde yayımlanır. İlk sayısı 25 Haziran 1941’de yayımlanan dört sayfalık Dikmen adlı kültür sanat dergisini çıkarır. 1959’da haftalık olarak çıkan Büyük Doğu dergisinin onuncu devresinde yazıları yayımlanır. Daha sonra hikâye ve roman türünde eserler verir. Hikâyeleri Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Yenilik, Çağrı, Yaratış, Doğuş ve Yeditepe dergilerinde yer alır. Sekiz öyküsünü Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nin özel sayısında toplar. (1949)

Şahap Sıtkı’nın; Varlık dergisi‘nin 1945 – 1948 yılları arasında yayınlanan altı hikayesini incelersek, hikayelerin ortak özelliğinin alt gelir grubundan insanların geçim sıkıntısını ele alması, hikâyelerinde hâkim bakış açısı olarak tanrısal bakış açısını kullanması ve başkalarına muhtaç olmadan yaşama arzusu olduğunu görürüz.  Hikâyelerinde “Namerde muhtaç olmamak” sözüne sık sık rastlanır. Asıl kahramanlara bir ad vermeden onlardan “hikâyenin kahramanı” diye bahseder. Bu da hikâyelere başkasından dinlenen gerçek bir olay olduğu izlenimini verir.

Namerde Muhtaç Olmayanın Hikâyesi”nde ağaç işçilerinin sefalet içinde çalışmalarına ve çok düşük ücretler almalarına rağmen kimseye muhtaç olmadan yaşamak için çektikleri çileler konu edilmiştir. Ayrıca hikâyede anlatıcı kahraman olan müdürün işçilerle anlaşamaması ve bunun nedeninin de işçilerin, iyi niyetli müdürü anlamamaları olduğu ifade ediliyor. “Tezgâh” isimli hikâyede öksüz ve yetim bir çocuğun, bir şehrin kenar mahallelerinden birine bırakılışından sonra iş istemek üzere gittiği bir müessesede işittiği gizli bilgiler nedeniyle işe kabul edilişi anlatılmaktadır. “14 Numaralı Ev”de, kahramanın cezaevindeki son dakikaları ve cezaevinden çıkar çıkmaz randevu evine gidişi, orada yaptıkları ve en sonunda yeniden karakola götürülüşü anlatılıyor. “İkinci Mektup, Yıl 1946” isimli hikâyede, yaz tatilinde annesi tarafından bir kunduracının yanına çırak olarak verilen çocuğun bir sipariş götürmek üzere zengin bir köşke gidişi ve bu esnada düşündükleri anlatılmaktadır. “Beyaz Ekmek”te, maddi zorluklar içinde okumaya çalışan kahramanın, annesini ziyarete gelişi ve bu sırada evde olan değişiklikler anlatılmaktadır. Bu değişikliklerden en önemlisi de ekmeğin değişmesidir. Beyaz ekmek denilen ve dışarıda satılan ekmek insanlar için daha değerlidir. Bu yüzden bunu herkesle paylaşmayı pek istemezler. Bunun nedeni de maddi durumlarının elverişli olmamasıdır. “Tarlaya, Kerem’e Dair”, Anadolu’da tarlalarda çalıştırılan hayvanların üzerlerine yüklenen değerleri ve onların gücüyle yapılan işlerin anlatıldığı bir hikâyedir. Kerem Anadolu’da toprak işlerinde kullanılan hayvanlara verdiği ortak addır yazarın. Onlar çok iş görür, çok yorulur; ama bunu kimseciklere bildiremez. Ağzı var, dili yoktur ve bu onun kaderidir. “ O böyle doğmuş, böyle yaşayacak.”

Varlık Dergisinin  1945 – 1948 yılları arasında yayınlanan, 318 ile 323. Sayıları arasında yer alan altı mülakattan üçü Şahap Sıtkı’ya aittir : Ahmet Hamdi Tanpınar”, “Nurullah Ataç” ve Sabahattin Eyüboğlu”

Nurullah Ataçla Sohbet” derginin 318. sayısında yayınlanan mülakatında Şahap Sıtkı, Nurullah Ataç’a neden yazılarında kullandığı kelimeler ile konuşmalarında kullandığı kelimelerin farklı olduğunu, dönemin şiiri ile divan şiiri arasında benzerlik olup olmadığını dönemin Türk şiirinin dünya şiiri içindeki yerini, dünya çapında bilinen yabancı ve Türk şairler olup olmadığını, yayımlanan şiir kitaplarından hangilerini görebildiğini, en çok sevdiği şairlerin kimler olduğunu sormuş. Ataç da, yazılarında kullandığı kelimeleri alışkanlıklarından dolayı konuşmalarında kullanmadığını söylemiş ve dönemin şiiri hakkında konuşurken yeni şiir anlayışına ve genç şairlere değinerek  “çoktan beri şiiri, hele yeni şiiri anlıyamaz oldum. Anlıyamıyorum, sevmiyorum da. Bundan bir iki yıl önce yeni şairlere umut besliyordum. O umutlarım boşa çıktı demiyeceğim. Ama yazılarını kitap halinde görünce baktım ki hepsi birbirine benziyor. Gene de umut veriyor. Ama umut vermekten öteye gidemiyor. Yıllardır bekliyoruz yeni şiirimiz bize olgun bir şey veremedi.” demiş. Mülakatın bitiminde de yarına kalacak iki şairimiz olduğunu bunların da Yahya Kemal ile Nazım Hikmet olduklarını belirtmiş..

Ahmet Hamdi Tanpınar’la konuştum” başlıklı mülakatı derginin 319. Sayısında yayınlanmış.. Tanpınar ile şiir üzerine bir Mülâkat yapan Şahap Sıtkı,  Tanpınar ile Türk şiirinin dünya şiiri içindeki yeri, dünyaca tanınmış şairler ve Türk şiiri üzerindeki yabancı tesirler üzerinde konuşmuş. Tanpınar, modern Türk şiirinin Yahya Kemal ile başladığını ve onun sokak ve evde kullanılan dili şiirimize ilk getiren kişi olduğunu söyler. Yahya Kemal’in şiirimizi hurafelerden kurtardığını ve Yahya Kemal’in birçok yönden Fransız Şairi Valery ile benzerlik gösterdiğini söylüyor. Sanatçı, şiirin bir form meselesi olduğunu dile getirmiş.

Sabahattin Eyüboğlu İle Konuştum” derginin 322. Sayısında yer almış. Eyüboğlu; Türk şiirindeki yabancı etki, genç şairlerimizle halk şairlerimiz arasındaki benzerlik, şair politikaya karışmalı mı, Türk şairlerinin kahramanlık destanı yazmaları, harp şairleri konularındaki soruları cevaplamış. Türk şiirinde yabancı etkinin arttığını ancak bunun sadece bizim için geçerli olan bir etkilenme değil her yerde olan bir etkilenme olduğunu, ayrıca Türk şiirindeki etkilenmenin bir kopya hüviyeti taşımadığını etkinin hazmedildiğini söylemiştir.

Dergide yer alan “Nurullah Ataç’a Mektup” başlıklı yazısında Şahap Sıtkı, Nurullah Ataç’ın yazılarını topladığı “Günlerin Getirdiği” isimli eserine ele alıyor ve Ataç’ın eleştirmenliğinin eksik kaldığını düşündüğü noktalarına değiniyor. Eleştirmenin bir eser karşısında net tavır alması gerektiğini, muallâkta kalmış düşüncelere yer vermemesi gerektiğini, ancak Ataç’ın insanları kırmamak için kesin hükümler vermediğini, onun gibi bir münekkitten bu kesinliği beklediğini ifade ediyor.

Şahap Sıtkı’nın “İki Şair – İki Kitap” başlıklı yazısında da, Necati Cumalı’nın “Mayıs Ayı Notları” isimli kitabı değerlendirilmiştir. Cumalı’nın şiirlerinde tabiat unsurlarının ağır bastığına değinilmiş ve onun şiirleri dili kullanım açısından eleştirilmiştir. Onun şiirlerinde gramer hatalarına varan yanlışlar olduğu ve şairanelik adına şiiri ikinci plana ittiğini ifade ediyor.

Dönemin şair ve yazarları üzerine yazdığı üç yazısına gelirsek :

Şairin Çıkmazı” başlıklı yazısında, şairlerin halkın, insanı, tabiatı ele alan şiirler ile bireysel ve insan psikolojisine yönelen şiirler arasında ikincileri tercih etmesinin nedeni olarak tabiat ve halkın şiirlerde artık işlenecek tarafı olmadığı düşüncesi olduğunu diler getirmiş. Ancak bu düşüncenin yanlış olduğu, halka halkın gözü ile bakılması gerektiğini belirterek Cahit Külebi ile Melih Cevdet’i buna örnek göstermiş.

Şairin Çıkmazı II”de de önceki yazıdaki düşüncelerini devam ettirerek şairin halka yönelmesi gerektiğinden bahsetmiş. Ancak şair memur olarak yaşamak zorunda olduğundan halkı, halkın içinden tanıyamadığını ve bu eksikliğini Melih Cevdet’in de söylediği gibi okuma çalışmaları ile tamamlamak zorunda kaldığını belirtmiş. Şairin sosyal davalara yönelmesi gerektiğini ifade etmiş.

Kaybettiğim Şair”de son zamanlarda şiir okuma zevkinden şüpheye düştüğünü, bunun nedeni olarak da şiirden ziyade nesre benzeyen eserlerin ortaya konulması olduğunu ifade etmiş. Cahit Sıtkı’nın, Nazım’ın, Cahit Külebi’nin vs. şiirlerindeki zevki yeniden duyacağını düşündüğünü dile getirmiş.

Şiire Dair” yazısında Şahap Sıtkı, şiirin aşkı içinde barındırdığına, ancak bu aşkın bir fikirden öte bir şey olduğuna değiniyor. Şiirde önemli olanın söyleyiş olduğunu ifade ediyor.

Şahap Sıtkı, özellikle geçim sıkıntısı içindeki insanları anlattığı yapıtlarıyla tanındı. Hikâyelerinin kahramanlarını konularına bağlı olarak işçiler, balıkçılar, köylüler ve gibi toplumun orta ve alt gelirli sınıfından seçti. Anlatı kahramanları arasına yer yer aydınları, sanatkârları da dâhil ederek toplumdaki eşitsizliklere ve sınıflar arasındaki farka dikkat çekti. Anlatılarında psikolojik bir atmosfer içinde gözleme dayalı, eleştirel gerçekçilikle örülmüş kurgu dikkati çeker. Modern insanın yalnızlığını ve iç çatışmalarını anlattığı hikâyelerinde zaman zaman Sait Faik etkisi hissedilir.

Ayrı Dünyalar” adlı oyunu Devlet Tiyatrosunda (1961) sahnelenir.

Acı” adlı kitabıyla “1970 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü”nü kazanır.  Acı adlı kitabındaki öykülerde de Şahap Sıtkı’nın yazı dünyası tam olarak karşımıza çıkar. Kapağında Arif Dino’nun deseninin, iç sayfalarında Abidin Dino’nun, Orhan Peker’in çizimlerinin yer aldığı özel bir baskıdır Acı kitabı.

Nadir Kitap sayfasından alınmıştır.

Yazarın aile çevresi ve arkadaşları sanatçılardan oluşur. Çok yakın dostları olan ressam Orhan Peker, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Ahmet Muhip Dıranas, Abidin Dino, Güzin Dino, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Faik Abasıyanık ve Fikret Otyam gibi sanatçıların etkilerini yazarın eserlerinde açıkça görmek mümkündür.

Cemal Süreya’nın “Hanlar Hamamlar Kervansaraylar İçin Sürekli Şiir“inde onun da adı geçer :

“………………………………………………..

Adakale Sokak’ta İlhan Berk’i görür gibi oluyorum
Bir kentin tarihinde şairlerin ayak izleri

Şöyle mi derdi İlhan Berk:
“Sevdiğim kadınlar yaşlandınız hepiniz
Ama, inanın, yine de özlediğim sizlersiniz.”

Salah Birsel bu dizeleri şöyle geliştirirdi:
“İsterseniz İlkyazın gazinosuna
Hep birlikte garson girebiliriz.”

Aldı Cahit Sıtkı:
“Özgürlüğümün bir parçası oldun artık
Hangi kuytuya düşsen hemen yapraklanırsın orda.”

Cahit Külebi:
“O ozanlar var ya büyük ozanlar
Biz yanarken çıkardığımız dumanlar.”

Evet, Mehmed Kemal, Yılmaz Gruda, Orhan Veli,
Şimdi hepsi dipte, hepsi birer yeraltı suyu gibi.
Sevgilim bilemem sesimi duyuyor musun
Bir gökkuşağıyla doldurmak istiyorum içini.

Ve Hasan Şimşek, Cahit Sıtkı’nın kasabalısı,
Ve içtiği rakı kadar bembeyaz Şahap Sıtkı ki
Metin Altıok’a devredip masadaki yerini
İnanılmaz biçimde bu kentten gittiydi.

………………………………..” -Cemal Süreya-

Mehmed Kemal, o dönemin yazar ve şairleri hakkında tarihe şu notları düşer :

“Kazım’ım Türküsü Unutulmaz yaz akşamları Posta Caddesi’ndeki “Kürdün Meyhanesi“nden çıkar, yürüye yürüye Kızılay’daki “Kutlu”ya giderdik. Kutlu bizim için meyhane üstûne bir dinlenme yeri olurdu. Yolda, Şahap Sıtkı ‘Oduncular’, Orhan Veli “Kazım’ım” türküsünü söylerdi. Şahap Sıtkı’nın olsun, Orhan Veli’nin olsun sesleri eğitimliydi, türküye yatkındı. Sade ikisi söylemez, biz de katılırdık. Geçende şair Sunay Akın‘ın ‘Üsküdar Şiirleri‘ diye bir yazısını okudum, şöyle: Üsküdar yalnızca şiirlere değil birçok şarkıya da konu olmuştur. Akıllara öncelikle ünlü ‘Katibim’ şarkısı geliyor. Ama Üsküdar’da bir zamanlar “Kazım’ım” türküsü de söylenirdi. Ben hiç duymadım. Nereden mi biliyorum, hep birlikte Orhan Veli‘yi okuyalım:

Mektup alır efkarlanırım;

Rakı içer efkarlanırım;

Yola çıkar efkarlanırım;

Ne olacak bunun sonu bilmem.

“Kazım’ım” türküsünü söylerler

Üsküdar’da Efkarlanırım..”

Üsküdar’daki birçok yaşlı insana “Kazım’ım” türküsünü sorduysam da şu güne kadar bir bilene rastlamadım. Orhan Veli‘yi efkarlandıran bu türkü acaba nasıl şeydi? Orhan Veli efkarlandığında “Kazım’ım” türküsünü söylerdi, ama Kazım da türkü de Üsküdarlı değildi, bir Orta Anadolu türküsüydü. Esen Park’ta Ürgüplü Refik Başaran söylerdi. Belleğimde kaldığı kadarıyla türkü şöyleydi:

Meyhaneden çıktım yan basa basa

Ciğerlerim kurudu (anam) kan kusa kusa

Beni (de) vuran arabacı Musa

Aslanım Kazım ‘ım (anam) yerde yatıyor

Kaytan bıyıkları kana batıyor •

Mezar arasında harman olur mu . •

Kama bıçak yarasma derman olur mu?

Kamayı çekende din, iman olur mu

Aslanım Kazım ‘ım amafi yerde yatıyor

Kaytan bıyıkları kana batıyor •

Mezar arasında kanlı kasaplar

Adam kardeşine kama mı saplar

Cenazem geçiyor kalkın ahbablar” (Kavuştak)

Bu türküyü ünlendiren Orhan Veli‘ydi, nereden duymussa duymuş, coştukça söylerdi. Demin söylediğim gibi hep birlikte söylediğimiz de olurdu. O yıllarda yaygın bir türkü modası vardı. Hemen herkesin bir türküsü olurdu. Örneğin Şahap Sıtkı‘nın “Oduncular”ından birkaç dize:

Oduncular dağdan odun indirir

Gözüm yaşı değirmenler döndürür

Bu dert beni iflah etmez öldürür

Oduncular kısa keser odunu

Kesen bilmez yakan bilir tadını.

Sabahattin Eyuboğlu da “Keten göynek filfilli” diye bir türkü tutturur, bir türlü sonu gelmezdi. Bu türküyü UM Uraz da söylerdi, ama onunki biraz dramatik olurdu. Sanki oynuyormuş gibi bir tempo tutturur, oynar zıplardı. Niyazi Akıncıoğlu, “Havada da turnam  sesin gelir  kanadı burma “diye makam tuttururdu. Kazım’ım türküsü bana bunları anımsattı. Her türkünün bir öyküsü oluyor.”

Daha önceden Türkçeye çevrilmiş bir Çehov hikâyesine imzasını atması ve bunun Adnan Benk tarafından tespit edilmesi Şahap Sıtkı‘nın yazarlığının sonu olur.

Torunu; gazeteci, yazar Balçiçek İlter’in sözleriyle Şahap Sıtkı hakkındaki yazımı sonlandırıp, edebiyatımıza emek vermiş bütün yazar ve şairlerimize selam gönderirken, 3 Eylül 1991’de İstanbul’da vefat eden Şahap Sıtkı İlter’i vefatının 29. Yılında saygıyla anıyorum.

“…………………………..Dün öğleden sonra Cemal Süreya Derneği’nin bir etkinliğine katıldım. Hatay Restoran’da. Meyhane mi demeliydim yoksa? Hani yazar çizer kesimin yakından bildiği Bostancı’daki o mekandan bahsediyorum. Ben ise eleştirmen, öykücü, çevirmen, yazar…. Şahap Sıtkı’yı anlatmak için oradaydım. Büyükbabamı… Şair Arif Damar 83 yaşına rağmen kalkıp gelmişti. ‘Senin büyükbaban karısını meyhaneye sokan ilk adamdı’ dedi. Başımı salladım. Sonra anlattım. 4 yaşında Özdemir Asaf’la tanıştığımı, Nurullah Ataç’ın büyükbabamın devrik cümle alerjisiyle dalga geçmek için, ‘Tanırım Şahap Sıtkı’yı, severim de’ diye başlayan yazısını, Can Yücel’in ‘Şahap sıktın’ deyişini, rakı masalarını… Şair Arif Damar anılarını paylaştı, iki de türkü söyledi. Tan Oral Mehmet Kemal’i anlattı. Behzat Ay’ın oğlu babasının ölümünü aktarırken ise hüzünlendim. ‘Hala kabullenemiyorum. Ben kalpten öldü diye beklerken sahte rakı yüzünden olduğunu öğrendim. Çok ağrıma gitti’ dedi. Bir yazı adamı… Sahte rakı.
Mekandaki herkes ürperdi ama anlık… Aslında rakı sofraları bu anıları paylaşan herkesin yakından bildiğiydi. Keyifle başlayan ama hiçbir zaman dozunda kalmayan, Hiç bir zaman mutlu sonla bitmeyen o rakı sofraları. Mehmet Kemal’in tabiriyle öğle rakıları……………………”

-AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA-

ESERLERİ:

HİKÂYE :

1957    ÇIRILÇIPLAK : Dergilerde yayımlanan hikâyelerini topladığı ilk kitabıdır. Eleştirel gerçekçilikle kaleme aldığı on bir hikâyeden oluşur. “Çırılçıplak, Avare, Aşk, Kaçak, Mümkün Olmayan, Sisler İçinde, Nöbet, Yaşamaya Layık Olan, Posta Seyyarı, Payağan, Ali Bey” Hikayelerinde toplumun alt tabakasındaki insanları, işçileri ve onların sıradan hayatlarını anlatır. Modern insanın yalnızlığını ve iç çatışmalarını anlattığı bu hikayelerde zaman zaman Sait Faik etkisi görülse de; yazarın kendi hikâyecilik anlayışının ilk hikâyelerinden itibaren oluşmuş olduğu göze çarpar.”

1958    BULUT GELİR PARE PARE  :

Yazarın ikinci kitabındaki hikâyeleri de ilk kitabındaki hikâyeleriyle hem anlatım hem de tema bakımından benzerlik göstermektedir. Yazarın ilk kitabındaki hikâyelere nazaran çalışan insanların sorunlarına daha gerçekçi ve eleştirel bir gözle yaklaşmış, ayrıca kader mahkûmu insanların
dramlarına da daha çok yer vermiştir. İçinde 11 öykü bulunmaktadır : “Bulut Gelir Pare Pare, Av, Duvarlar Ardında, Bir Amansız Geceydi, Bu Saatlerde, Kavakta, Çam Havası, No. 14, Öğleyin, Bitişik Üç Duvar, Hadi Gelin”

1960   GÜLEN AYVA AĞLAYAN NAR : Yazar, ilk iki hikâye kitabında görülen eleştirel tavrını bu kitaptaki hikâyelerde de devam ettirmiş ancak açık bir eleştiriden çok üstü kapalı, dikkatli okurun sezebileceği bir anlayışı benimsemiştir. İçinde 11 öykü bulunmaktadır : “Gega, Zehircesine, Çağrışım, Mürüvet Köprüsü, İki Ada, Gök Karga, Atışta, Bac, Ak Mermer, Çıkarma, Gülen Ayva Ağlayan Nar”

1964 ŞUBAT GECESİ : Yazarın dördüncü hikâye kitabında da diğer kitaplarındaki hikâyeleri ile zaman zaman benzer konuları işlenmiş. Daha çok maden işçilerinin ve balıkçıların hayatlarından kesitleri; modernleşen dünyanın getirdiği yalnızlık duygusunı, açlık, yoksulluk, geçim sıkıntısı gibi konuları, şehirli insanların sıkıntılarını, kendileriyle olan mücadelerini ve mutsuzluklarını ele almış. Kahramanlarını sanatçı ve aydın kesimden seçerek sanatla huzursuzluk arasında da bir bağ kurmaya çalışmış. Kitapta 8 öykü bulunmaktadır : “Şubat Gecesi, Sel, Çağrışım, Kırmızı Benekli Böcekler, Irıp, Kekik Kokusu, Üç Konuk, Yahudi”

1970    ACI:

Yazarın son hikâye kitabı olan Acı‘da on bir hikâye vardır. Bu hikâyeler sırasıyla; Havanna, Karnında Güneş Olan, Çile, At, Sel, Yuva, Masalımsı, Yalnız, Güç, Acemi ve Acı adlı hikâyelerdir. Eserin sonunda Acı hikâyesine eklenmiş olan ve Mercan adını taşıyan küçük bir hikâye parçası ve Orhan Peker‘e yazılan, yazarın Son adını verdiği bir mektup da mevcuttur. Kitaptaki beşinci hikâye olan Sel, yazarın bir önceki kitabı Şubat Gecesi‘nde de yayımlanmıştır.

Nadir Kitap sayfasından alınmıştır.

Kitabın ilk öyküsü “Havvana”, kitabın en güzel öykülerinden biridir, yıllar sonra çocukluk kasabasına akrabalarını ziyarete gelen öykü kahramanının yaşlı kadınla konuşurken geçmiş zamanın özlem ve anılarıyla dolmasının öyküsüdür. Karnında Güneş Olan yabancı bir ülkede bir pansiyonda bir ressamla kurulan dostluğun hikayesidir. Üçüncü hikâyede yazar, ölü çocuğunu gömme telaşında bir köylü kadının Çile’sini duyurarak Barla dağlarının ıssızlığını vurguluyor. Dördüncü hikayedeki At, karanlık ormanın içinden çıkıverir, daha önce bir koyunun sütünü emen bir yılanı öldürmüş genç adamı, bir hayli yorduktan sonra teslim olur. Beşinci hikayedeki korkunç “Sel” öyküsü günümüzde de sık sık yaşanan sel felaketine ilişkin bir öykü. Kendilerini iplerle ağaçlara bağlayan çobanlar gözlerinin önünde selin sürüleri önüne katıp götürmesini acıyla seyredeceklerdir. Yuva, çağrışımlarla düşünen bir adamın çevresine ve leyleklere bağlı gözlemlerinin yorumu oluyor. Malımsı hikâyesinde görülen masalımsı güç, bir yayla köyündeki ağa gücüdür. Köylü, elbirliğiyle, çayın bir kolunu köyden yana çevirmiş, fakat kanala su verildiği gün, kentli ağa, kâhyasıyla köye çıkagelmiş, topraklarısattığına pişman olmuş, bir süre sonra, yanında candarmalar tekrar gelerek, sattığı toprakları geri almıştır. Köylüler köyü bırakıp gitmek zorunda kalırlar. Yalnız hikâyesinin kahramanı, cezaevinde beşbuçuk yıl yatmış, şimdi salıverilmiştir. Geldiği kente mi dönsün, bilmediği yerlere mi gitsin, kararsızlık içindedir. Güç hikâyesinde Deli Dura’nın köpeği dışarda erkek kurtla boğuşmuş, onu öldürmüş, fakat bu arada iki dişi kurt, ağılda sekiz on koyunu parçalamıştır. Köpek ortadan kaybolur, beş gün sonra dişi kardeşiyle çıkagelir. İki gün sonra da, iki dişi kurt ağılı tekrar sardıklarında, artık kanlı boğuşmadan sağ çıkamazlar. Acemi hikâyesinde gün bitmek üzeredir. Kolunda bir tomar gazete, parkın bankında oturmuş yorgun, yalınayak, düşünceli çocuk Mehmet, gelip yanına çöken, kendisiyle ahbaplık kurmak isteyen, orta yaşlı bir adamın kirli niyetlerinden ustaca kaçar, kurtulur. Kitaba adını veren onuncu hikâyenin “Acı” depremli-dingin içe kapanıklığın, anılarla yaşamanın, yazarın genç bir oğul kaybetmiş olmasının acısından doğuyor. Son parça, Marmara adasından Orhan’a “ressam Orhan Peker” yazılmış 5.8.1970 tarihli bir mektuptur, ki içe işleyen etki gücünü gene yazarın bağrına saplanmış evlat acısından almıştır.

ROMAN: 

1958    GÜN GÖRMEYEN SOKAK :  Kişilerin İç dünyalarını çözümlemeye çalışarak psikolojik yönlerden ele almaya çalışmıştır. Antalya’nın henüz büyük şehir olmadığı bir dönemde, şehrin kenar mahallelerinden birinde yaşayan mütevazı hayatların anlatıldığı bu romanda yazar, kadın – erkek ilişkilerine ve cinselliğe eğilmiştir.

1962    TOPRAK “İnsan aslında mutlu olmayı kafasında çok büyütür. Mutluluk etrafınızda olup biten, akıp giden hayatın ta kendisidir.” Tipik bir köy romanıdır. Yazarın zayıflarla güçlüler arasındaki çatışmaları ve köy hayatına ait unsurları ele aldığı bu romanı köy hikâyeleri ile büyük benzerlik göstermektedir

1965    GÖKKUŞAĞI : Yazarın yazdığı tek “Çocuk romanı”dır.

1967 HOROZ DEĞİRMENİ : İnsanların alınyazılarını konu edinirken yer yer ressam, aktör, edebiyatçı portrelerini sergilemiştir bu kitabında.

Bit Mezat sayfasından alınmıştır.

1967    KİMİN İÇİN : Konusu İkinci Dünya Savaşı zamanında geçen, o yılların toplumsal kımıldanışlarını anlattığı,  o dönemin şair ve yazarlarından bahsettiği roman.

“Roman, İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki toplumsal kımıldanışları vermesi, o günlerin şair ve romancılarından (Sait Faik, Cahit Sıtkı, Âşık Veysel) portreler çizmesi; Ankara’da sanatçıların uğrağı Üçnal Lokantası gibi yerleri tasvir etmesiyle otantik özellikler taşıyor.” – Behçet Necatigil-

OYUN: 

1961    AYRI DÜNYALAR : Piyes “3 perde”

1961 yılında Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen oyun, izleyicilerden büyük ilgi görmüştür.

Ressam olan Cemil ve karısı arasındaki ilişki anlatılmaktadır. Aklî sorunları olan kadın, eşinin yanında olmadığı zamanlarda ziyaretine gelen şeytan’la konuşmaktadır. Şeytan onun iç sesi ya da ikinci benliği de olabilir. Gerçek üstü unsurlara sahip olan oyunda kadın – erkek ilişkilerine, evlilik ve aşka farklı bir pencereden bakılmaktadır.” -Burcu Vardar-

ANI: 

1980    ORHAN PEKER’DEN ANILAR, MEKTUPLAR, ŞİİRLER : Monografik bir çalışmadır.  Orhan Peker‟in ölümünden sonra onunla ilgili her detayı toplamış, anılarını, mektuplarını ve şiirlerini bir araya getirmiştir.

ARAŞTIRMA: 

1967    ZİRAAT BANKASI: DÜN-BUGÜN 

ÇEVİRİ: 

1943    YAŞAYAN ÖLÜ (Lev N. Tolstoy’dan, Rana Çakıröz ile)

1944    VİŞNE BAHÇESİ (Anton Çehov’dan, Erol Güney ile)

1945    AKILDAN BELA (A. S. Griboyedov’dan, Z. Akkoç ile)

1946    ŞAKA, ALAY, HİCİV VE ÖTESİ  (Grabbe’den, Basir Feyzioğlu ile)

1946    ANDRE DELİFİN  (P. Heyse’den, Basir Feyzioğlu ile)

1946    ANA YOL  (Jean Jacques Bernard’dan, Güler Acar ile)

1946    FAKİR ÇALGICI (F. Grillparzer’den, B. Feyzioğlu ile)

1947    RÜYA BİR HAYAT (F. Grillparzer’den, Aziz Alpagut ile)

AÇIKLAMALAR :

* KÜRDÜN MEYHANESİ : Feridun Büyükyıldız’ın saptamalarına göre 1944-1960, Nuray Bayraktar’a göre ise 1944-1962 arasında var olmuş. Ressam Fahir Aksoy, Turgut Zaim’in bazı meyhane tiplerini de resimlediği kitabının çeşitli sayfalarında, meyhanenin çoğunluğu sol eğilimli ve genellikle “edebiyatçı-ressam-gazeteci-tiyatrocu-yazar-müzisyen gibi müdavimlerini; “Çetin Altan, Cüneyt Arcayürek, Şinasi Nahit Berker, Suat Derviş, Ceyhun Atuf Kansu, Ömer Üçüncü, Şakir Ziya Karaçay, Cihat Burak, Orhan Veli, Bülent Akyol, İlhan Tarus, Mehmet Kemal, İlhan Berk, Nusret Hızır, Orhan Peker, Nurullah Ataç, Fikret Otyam, Suphi Taşhan, Fethi Giray, Sururi Taylan, Rasih Güran, Haşmet Akal, Cahit Akbay, Ziya Şav, Mübin Orhon, Hüseyin Şehsuvar, Zühtü Berkman, Montör Sabri, Mühendis Galip ve Kıvırcık Fuat” olarak sıralıyor. Bunların yanı sıra ayın ilk günlerinde felekten gün çalan küçük memurlar, halktan kişiler ve solcuları izleyen sivil polisler de müşteriler arasındadır.

Altan Öymen, Orhan Veli’nin çıkardığı Yaprak Dergisi’nin bazı işlerini meyhaneden ve hemen karşı sıradaki postaneden kiraladığı posta kutusundan yönettiğini hatırlıyor. Mehmet Kemal, meyhanenin Kafkas ya da Azerbaycan kökenli şaka sever sahibi Mehmet Özdilli’nin şiveli konuşmasından ötürü hem Kürdün Meyhanesi, hem de Acemin Yeri olarak adlandırıldığını yazıyor. Abdestinde, namazında görünen garson “Kambur Hafız”ın müşteriler için veresiye defteri tuttuğunu ve takip ettiğini ekliyor. Diğer garson Mustafa ise “Tralambos” lakabını, Ankara’da yeni çalışmaya başlayan troleybüslerden alıyor. Meyhanenin kapanma saati yaklaşırken, “Tralambos kalkıyo!” diye ünlemesi, hesapların ödenme zamanının geldiğine işaret ediyor. – Ankara Araştırmaları Dergisi  / Kent Anıları/Urban Memories – Bir Zamanlar Posta Caddesi/Once Upon A Time Posta Caddesi – Savaş Sönmez

* ŞÜKRAN LOKANTASI : Yıl 1946… Ankara… Ankara’da Postane Caddesi’nin hemen başında Şükran Lokantası… Şükran Lokantası’nın caddeye bakan camekanında tülden perdeler… Masalarında küçük, kırmızımtrak masa lambaları… Cahit Sıtkı her akşam Şükran Lokantası’na gelir bir bebe rakı söylerdi… Orhan Veli, Şükran Lokantası’nın hemen dibindeki Kürdün Meyhanesi’ni yeğlerdi; Fethi Giray, Şahap Sıtkı, Suphi Taşhan, Fahir Aksoy, Mehmet Kemal de öyle… Bazen Ahmet Muhip de uğrardı Kürdün Meyhanesi’ne, Samet Ağaoğlu da… Melih Cevdet pek görünmezdi… Sonra yavaş yavaş Kürdün Meyhanesi’nden Şükran Lokantası’na doğru bir değişim oldu… Her akşam, bittikçe yenisi söylenen, uzun bardaklarda veresiye beyaz şarap… Meze olarak, lokantanın sahibi Çelebi tarafından ikram edilen iki dilim beyaz turp… Her akşam dünya sorunlarını tartışma ve sık sık ağız çatışmaları; bir daha aynı masada oturmamaya karar vermeler… Melih Cevdet de, oldukça sık gelirdi Şükran Lokantası’na… Öfkelenince gider ayrı bir masaya otururdu.” -Çetin Altan/Melih Cevdet Anday/30.11.2002 – Milliyet-  

Şükran Lokantası denilince akla Cahit Sıtkı Tarancı gelir. “Şairin bohem hayattan sıyrılmaya çalışarak ‘Bundan böyle çılgınlıklara paydos.’dediği yer de, bir kutlama yemeği neticesinde meyhanelere gitmeme yeminini bozup eski dağınık ve derbeder hayatına döndüğü yer de Şükran Lokantası’dır. Şair, Yaş Otuz Beş ile kazandığı otuz beş bin liralık CHP şiir ödülünü arkadaşlarıyla bir haftada burada harcar. -Yakup Öztürk-

* YEŞİL FIÇI LOKANTASI : Çankırı Caddesi üzerinde, Rüzgârlı Sokak geçildikten sonra, sol kolda döneminin lüks sınıfına giren Emre Palas’ın altında bir lokantaydı. Sahibi Mesut Tarık’tı. Mesut’a, bir Macar bayanla evli olduğundan, “Macar Mesut” derlerdi. Bu itibarla, “Macar’ın Yeri” denildi mi, anlamalı ki Yeşil Fıçı’dan söz ediliyor. “Topal Mesut” da derlerdi ona; çünkü bir ayağı aksardı. Macar eş, mutfağa girer, yemekleri yapardı. En iyi Macar gulaşı burada yenirdi. Mesut’un kardeşi Pehlivan Namık’ın kasap dükkânı olduğu için biftek, bonfile, pirzolanın âlasını o ikram ederdi.

Orayı mesken tutanlardan Ahmet Muhip Dıranas, hikâyeci Şahap Sıtkı İlter, diğer zevat… Dıranas, çok defa Çocuk Esirgeme Kurumu’daki işinden çıkıp akşam saatlerinde Mesut’un orada mola verip bir yandan rakısını içerken bir yandan da radyoevindeki canlı yayında yapacağı haftalık konuşmasının metnini hazırlar, okuyacağı şiirleri seçerdi. Macar’ın yerine Orhan Veli gelir, şiir yazardı. Orhan Veli, Ankara’yı sarıp sarmalamış bir kış gecesi sokaktan kopmuş, oraya sığınmış, epeyce yüklü, içki mahmuru ………şiir yazıyor: Kış, kıyamet / Macar Lokantası’nda yazıyorum / İlk mektubumu. / Oktay’cığım / Bu gece sana bütün sarhoşların / Selâmı var. Bu şiirin düşürüldüğü tarihi saatiyle birlikte biliyoruz. Şiirin bir köşesine not almıştır. 1937’nin 8 Aralık gecesi, saat 21.00. Yeşil Fıçı …………….. 4 Ocak 1945 tarihini taşıyan ve İstanbul’daki arkadaşı Ziya Osman Saba’ya gönderdiği mektubun bir yerinde Cahit Sıtkı diyor ki: “Daha evvel Baki Süha ile bir akşam ‘Yeşil Fıçı’ meyhanesinde kafa çekerken sana bir muhabbet telgrafı yollamaktan kendimizi alamadık.” Mesut’un yeri, Tarancı’nın akşam durakları arasındadır. Bir gece, Baki Süha Ediboğlu ile “kafa çekerken”, ikisinin birden yüreklerini sevgi, özlem kuşatır, hemen “Ziyacığım…”a telgraf çekip evliliğini kutlarlar.Mutluluğu arayan Cahit Sıtkı, okuldan arkadaşının yaptığı evliliğe ne kadar da sevinmiştir. Yeşil Fıçı’yı telgrafın alıcısı Ziya Osman da daha sonra eşi ile birlikte gelip görecektir. -Yazı Atölyesi/Kebikeç Dergisi/Sayı 42-

KAYNAKÇA :

Doç. Dr. Mitat Durmuş – teis.yesevi.edu.tr

Edebiyatvesanatakademisi.com

Edebistan.com

Çetin Altan

Savaş Sönmez

Kadir Yüksel

Cumhuriyet Arşivi

Milliyet Arşiv

Ankara Araştırmaları Dergisi

Yazı Atölyesi

Evrensel.net

Kitabevi.com