Biletini girişe bıraktık, biz yukarı çıkıyoruz.

Sadiye mesaj atmıştı, o kadar titizlik göstermesine, tüm nöbetlerini ayarlamasına rağmen geç kalmıştı işte. Topuklu ayakkabıları ile değil koşmak, yürümekte bile zorlanıyordu. Sıcak bastırmıştı, fönlenmiş saçlarının arasından terler akıyordu; selpakla kızarmış alnını sildi. “Başardın, sakinleş,” dedi kendi kendine devasa camlı binadan içeri girerken.

Geniş modern fuaye de merdivenin iki yanına asılmış koskoca afişlerde acayip harflerle şu kelimeler tekrarlanıyordu: “Lucie de Lammermoor… Lagardy… Opera… vs.” İtalyanca mıydı? Ah yabancı dil bilmeyi ne çok isterdi. Afişe özlemleriyle yeni anlamlar yükleyerek yeniden baktı. İtalyanca, opera, ön sıralardan izleyecekti hem de. Bir iki dakika daha geç kalmayı göze alarak tuvalete gitti, akan rimelini sildi, rujunu tazeledi, saçlarını düzeltti. Kristal boy aynasında yansımasını hayranlıkla süzdü. Siyah pantolonu, ipek kırık beyaz bluzu, boynunda incileri tam bir opera seyircisi olduğunu düşündü. İçi içine sığmıyordu.

“Opera 15 dakika önce başladı, kapılar kapandı giremezsiniz.”

“Arkadaşlarım içeride, biletim var. Alman hastanesi olarak aldık önden iki sırayı kapattık. Herkes orada”

“İlk perdeyi 2. Balkonda seyredebilirsiniz, arada partere arkadaşlarınızın yanına dönebilirsiniz.”

Çaresiz merdivenleri çıkmaya devam etti. İlk opera deneyimi böyle tatsız başlamamalıydı. Dr. Erman’da gelecekti, yan yana otururum diye ümit etmişti.

İkinci balkonda en önde köşede bir yer buldu, sahne ne küçük görünüyordu. Arkadaşlarını görmek için uğraştı ama seyircilerin bölgesi karanlıktı. Eski filmlerdeki opera sahnelerindeki gibi küçük bir dürbünü olsaydı keşke.

Sahnedeki dekoru seçmeye çalıştı. Solda bir meşe ağacının gölgesi altında çeşme ile orman içi yol kavşağıvardı. Köylüler ve asilzadeler, omuzlarında birer İskoç atkısı, hep bir ağızdan bir av şarkısı söylüyorlardı; sonra iki kolunu gökyüzüne kaldırarak kötülük meleğini yardıma çağıran bir sergerde ortaya çıktı, arkasından bir başkası göründü; birlikte çekilip gittiler, avcılar da tekrar şarkıya başladı.

Bir roman uyarlaması demişti Şadiye. Her şeyi de okurdu zaten. Hastanenin mali işler bölümünde çalışıyordu. Sene başında bu hastaneye nakil olduğunda tanışmışlardı. Şadiye tiyatro, konser her etkinliğe toplu bilet alırdı. Sema’da nöbetlerden, hastalardan vakit buldukça giderdi bu kültürel aktivitelere. Rutin hayatını renklendiren bu etkinlikleri seviyordu.

Sanki keman yayları sinirleri üzerinde geziniyormuş gibi, bütün benliğiyle bizzat kendisinin titrediğini hissediyordu. Gözlerini dört açarak kostümleri, dekorları, şahısları, yüründüğü zaman titreyen boyanmış ağaçları, kadife külâhları, mantoları, kılıçları, bir başka âlemin havası içindeymiş gibi, ahenkle çırpınıp duran bütün o hayal mahsullerini seyrediyordu. Fakat, genç bir kadın yeşilli bir seyise bir kese fırlatarak ortaya ilerledi. Sahnede yalnız kaldı, o zaman bir çeşme fısıltısına veya kuş cıvıldamalarına benzeyen bir flüt sesi duyuldu. Tam anlamıyordu ama şarkı söyleyen kadın aşktan yakınıyor, kanatları olsun uçup, gitsin aşığının yanına gitsin istiyor gibi geldi ona. Sema da hayattan kaçarak, bir kucaklaşma içinde uçup gitmek isterdi. Birdenbire, bir adam belirdi, sağlam vücudunu koyu renkte bir eski zaman cepkeni sarmıştı; gözlerini baygın baygın süzerken bembeyaz dişleri meydana çıkıyordu. Sesi çok güzel, duruşu güvenliydi. Başhekimi andırıyordu biraz.

Kadını kollarından sıkıyor, bırakıyor, yine geliyor, ümitsizliğe düşmüş görünüyordu. Sesinde öfkeli haykırışları, sonsuz bir tatlılıkta hüzünlü hırıltılar izliyor ve çıplak boynundan, hıçkırıklar ve öpücüklerle dolu notalar çıkıyordu. Sema, onu görmek için balkondan sarkacak kadar eğiliyor, tırnaklarıyla koltuğun kolunu tırmalıyordu. Kontrbasların eşliğinde, tıpkı bir fırtınanın uğultusu içinde kazazedelerin haykırışları gibi uzayıp giden o melodili şikâyetlerle yüreğini dolduruyordu.

Adamın sesi ona kendi şuurunun yankısı gibi, kendi hayatından bir şeyler gibi geliyor, onu adeta büyülüyordu. Fakat, bu dünyada hiç kimse onu böyle bir aşkla sevmemişti.

Başroldeki kadın, nedimelerin koltuğuna girmiş, saçlarında portakal çiçeklerinden bir çelenk, yüzü beyaz saten elbisesinden daha solgun, ilerliyordu. Sema düşünde hep evlendiğini görürdü, bir doktorla evlenmek en büyük hayaliydi. Ah Dr. Erman’ın yanına kim oturmuştu acaba?

Şaziye Dr. Erman’ın çok burnu havada olduğunu, kendisi ile ilgilenmeyeceğini ama Radyoloji teknikeri Muhittin’in Sema’dan hoşlandığını söylemişti. Eli yüzü düzgün, maaşı da iyiydi iyi olmasına da bırakın operayı tiyatroya bile gitmiyor, hafta sonları maç izliyor, kahveye gidiyordu. Sema sürekli maç izleyen, kahve köşelerinde pişpirik oynayan babasını, annesi ile sürekli kavgalarını hatırladı. Annesinden farklı bir hayat istiyordu Sema. Kocasıyla romantik bir yemeğe çıkıp ardından da operaya, sergiye, konsere gitme düşü kurardı.

Birden adam daha bir tutkuyla şarkı söylemeye başladı, sesi hepsini bastırıyordu. Kadın tizden feryatlar koparıyor, diğer sanatçılar nefis bir koro halinde devam ediyordu. Hepsi de aynı sıra üzerinde el kol hareketleri yapıyorlardı; öfke, intikam, kıskançlık, dehşet, mağfiret ve şaşkınlık, aynı anda, yarı açık ağızlarından dökülüyordu. Aşktı işte bu, şehvetli bir aşk.

Adam Sema’yı sanki sahneye çekiyordu. Adamla yaşayabileceği o velveleli, o harikulade, o muhteşem hayatı hayalinde canlandırmaya çalıştı. Tanışırlardı, sevişirlerdi! Onunla birlikte bütün Avrupa ülkelerinde, bütün yorgunluklarını ve gururunu paylaşarak, ona atılan çiçekleri toplayarak, kostümlerine kendi eliyle nakışlar yaparak, başkentten başkente dolaşırdı. Sonra, her gece, bir locanın dibinde, yaldızlı bir parmaklığın arkasında, yalnız kendisi için şarkı söyleyecek olan o ruhun vecdini, saadetten mest olarak, devşirecekti. Sahnede rolünü oynarken, hep Semra’ya bakacaktı. İkinci balkonda olmasa ah parterdeki yerinde olsa belki de bakardı, Tenor kendisine bakardı, hissediyordu. Dr. Erman’ı çoktan unutmuş, Tenor’e “Kaçır beni, götür beni, gidelim! İçimdeki bütün ateşler, bütün rüyalar senindir!” demek, haykırmak geldi içinden.

Perde indi. Işıklar açıldı, ikinci balkonda genç öğrenciler vardı daha çok, sakallı çocuklar, yırtık jeanli kızlar, aşırı mı giyinmişti? Bunlar opera seyircisi miydi?

Kendini toparladı, koşar adımlarla aşağıya partere indi. Fuayede kahve içiyordu hastane grubu. İkinci balkon seyircisinden daha usturupluydu giyimleri ama yine de fazla mı şık giyinmişti? Aklı karıştı, canı sıkıldı. Nöbette aksilik olmasına, geç gelmene üzüldüm dedi Dr. Erman, takım elbisesi ile çok kibar, yakışıklı duruyordu. Şadiye yanlarına geldi, kitaplardan, filmlerden, tiyatrodan konuşmaya başladılar. Çalışmaktan vakit bulup daha çok okuması, faaliyetlere katılması gerektiğini düşündü Sema suskun suskun ikisini dinlerken.

Şadiye sana ortalarda yer ayıramadım, geç kalınca sana da anca sıra sonunda bir yer ayırabildim dedi mahcup mahcup. Dr. Erman’ın yanına ise kendisi oturmuştu. İçi sıkıldı Sema’nın, oraya ait değilmiş gibi hissetmeye başladı.

Gong çaldı, ikinci perde başlıyordu. Yeri kötüydü, yaşlı ortopedist Selman beyin yanındaydı, sahne tam görülmüyordu. 2. Balkondaki o kuş bakışı görüntü daha mı iyiydi acaba?

İlk perde daha mı heyecanlıydı? Sakin hatta donuktu sahne.

Üçüncü perdede de aradığını bulamadı, delilik sahnesi Sema’yı ı hiç sarmadı, kadının oyununu da fazla abartılı buldu.

Operayı izleyen yaşlı ortopediste dönerek:

— Pek fazla bağırıyor, dedi.

Kendi samimi zevki ile Sema’nın fikirlerine saygı arasında bocalayan ortopedist:

— Evet… belki… biraz, dedi.

Operanın sonu da kötüydü, kadın evlendiği adamı öldürmüş, delirmiş sonra da ölmüş, yakışıklı tenor de kendini öldürmüştü. İçi iyice sıkılmıştı.

Opera çıkışı Gezi Pastanesinde oturdular. Oyunu konuştular sonra sohbet yavaş yavaş hastane ve hastalara döndü. Erken nöbeti olanlar ayrıldı. Sema en son kalkanlardandı. Pastaneden kalkıp AKM’nin önüne yürüdü, afişe bir daha baktı. O tenorun adı neydi? Akşam belki youtube’da bir şarkısını bulur, hülyalara dalardı.

Işın Güner Tuzcular