Güneş önemli günleri hiç unutmaz, sevgili kocası da aynı hassasiyeti gösterse keşke. Örneğin doğum gününü şaşırır, bir gün evvel kutlarlar. Neyse ki evlilik yıldönümlerini aynı gün doğan bir arkadaşları hatırlatır da, bu ufak sapmalardan kurtulurlar.

Yanılmamıştı. Çiçekleri önceden geldi. Sıkı tembihleri üzerine 3 gün içinde bozulacak demet çiçeklerinin yerine, bu kez çok sevdiği pembe siklamenler gelmişti. Hemen büyükçe bir saksıya yerleştirmeye karar verdi.

Biraz da tasına su koymalı, yapraklarını bükmüş mü ne?

Saksının toprağını değiştirirken eline bir şey değdi, biraz eşeyince bunun bir anahtar olduğunu gördü. Bronz renkte parmak boğumu büyüklüğünde, ucu çivi ucu gibi uzun bir anahtar. Çiçekçi yanlışlıkla içine düşürmüş olmalıydı. Mutfak rafına koydu. O sırada küçük oğlu koşarak içeri girdi.

 – Anne bak ne güzel oldu.

– Bu ne, bir canavar mı çizdin?

– Hayır anne, onun adı Tank, o çok iyi biri.

– Ama bir canavara benziyor, bir timsah gibi vücudu, kuyruğunun da kancası var. Gözleri ne kadar yuvarlak!

– Anne o bize yardım ediyor aslında.

Güneş daha fazlasını soramadı, akşama hazırlanacak çok şey vardı.

Yemekten sonra pasta kesip mum üflediler, Güneş pandeminin bir an önce bitmesini diledi.

Ertesi gün söz verdiği gibi oğlunun bozulan telefonunu tamirciye götürdü. Girişteki saksılarda sıra sıra dizilmiş, alıcısını bekleyen fidanlar dikkatini çekti. Aynı yerde hem çiçekçi hem tamirci olmasını garipsemişti, dükkân kiralarından tasarruf eden iki esnafın çözümüdür diye düşündü. İçeride bekleyen beyaz önlüklü, gözleri yeşil misketleri andıran tamirciye telefonunu uzattı.

– Çocukların eline vermeseniz bu telefonları.

– Korona yüzünden sık sık siler olduk o yüzden bozuluyormuş.

– Doğayı sevmek saksı çiçeğiyle olmuyor, önce bu makinalardan kurtulun, sonra niye pandemiye yakalandık diye düşünüyorsunuz. Bunun bir anahtarı olacak. O anahtarı bulmalısınız. Yoksa açılmaz.

– Ne anahtarı ben hiç görmedim öyle bir şey!

– Siz bir bakın mutfak rafınıza.

Arkasını dönüp yan masaya geçerken, tamircinin önlüğünün altından sarkan bir kuyruk gördüğünü zannetti Güneş, üstünde durmayıp başka bir yere götürmeye karar vererek oradan ayrıldı.

Eve gelince adamın sözlerini hatırlayarak, biraz tereddütle rafa koyduğu anahtarı aldı, telefonu elinde evirip çevirmeye başladı. Oğlunun üzülmesini istemezdi, arkadaşları, sevdiği oyunlar, tüm dünyası bu telefona sığmıştı. Kendi çocukluğunun uçsuz mavilerini, kabuk bağlamış dizlerini hatırladı.

Oğlu merakla yanına gelmişti, anahtarı eline aldığı gibi telefonun bir deliğine soktu. Telefondan yeşil, mor ışıklar çıkmaya başladı. Korkuyla birbirine sarıldılar.

Başlarını uzatmalarıyla telefonun içine doğru süzüldüklerini fark ettiler. Sanki bütün yazışmaların, videoların içinden geçiyorlardı. Ne çok kelime var! Arada başlarına çarpan harflerden korunmaya çalışırken nihayet bir düzlükte buldular kendilerini.

Şaşırtıcı olan, buranın, Güneş’in çocukken arkadaşlarıyla gülüp oynadığı masal ev olmasıydı. Ev babaannesine aitti, bahçesi öyle güzeldi ki. Renk renk çiçekler yaz kış açar, ağaçlar her mevsim yeşil kalırdı.

– Anne bunu nasıl yaptın?

– Hayal mi gerçek mi? Nasıl geldik buraya bilmiyorum oğlum.

– Anne burası Tank’ın evi, mor pelerini evin kapısına asılmış, bak!

Mor pelerini almasıyla kapı açıldı. İçeriden telaş içinde bez bebekler, misketler, çıngıraklar, lolipoplar, ışıklı düdükler çıkmaya başladı.

Oğlu sevinçle ellerini çırparken, Tank, uzun bir koridorun sonunda bir tahtın üstüne kurulmuş, yeşil misket gözleriyle onlara bakıyordu.

– Demek anahtarı hatırladınız Güneş hanım. Önemli dediğiniz günleri unutmuyorsunuz ama çocukluğunuzu, sizi bugüne getiren bizleri hatırlamıyorsunuz.

– Unutmadım, ama zaman değişti.

Tank sinirlenmişti, elindeki değneği yere sertçe vurmasıyla yuvasından çıkan karıncaların yuvarlak gözleri antenlerinin üstünde bir aşağı bir yukarı geziniyor, rayları sırtlarında ustalıkla taşıyorlardı. Bok böcekleri hızlıca toprağı kazarken, mavi şapkalı, şeffaf renkte örümcekler ağızlarından çıkardıkları iplerle ağları örmüşlerdi bile.

– Sizin gibiler yüzünden unutulduk. Dünyayı avucunuza mı aldığınızı sanıyorsunuz? Zamanmış, pöh! Yine yaptığınız hatalarla yüzleşeceksiniz.

– Hangi hatalar, bilmiyorum.

– Çocukluğunuzu unuttunuz, kendi oyunlarınızı çocuklarınıza öğretmediniz, verdiniz ellerine bir telefon, bir bilgisayar, bahçe yerine avm lere götürdünüz, plastik oyuncaklar aldınız, unuttunuz çam yaprağından yaptığınız bilezikleri.

– Siz kimsiniz? Çocukluğumda sizi gördüğümü hatırlamıyorum.

– Ben bu evin bekçisiyim, ama babaanneniz plastik canavarlar ve çip denilen korkunç yaratıklar tarafından kaçırıldı. Size verdiği kolye onları yok edecek, tek çaremiz bizimle olmanız.

Eli boynuna gitti. Hiç çıkarmamıştı masal kolyesini. Kalp şeklindeydi ama kapağı açılınca içinde babaannesinin yerleştirdiği resimler saklıydı.

– Şimdi trene biniyorsunuz. Her durakta 5 dakika bekler, kaçırırsanız bir daha evinize dönemezsiniz, babaannenizi bulun!

Birden önünde babasının çocukken aldığı çember rayında çuf cuf tren belirdi. İçinden uzun şapkalı yuvarlak kırmızı gözlü, kargaya benzeyen bir makinist başını uzattı, sonra siren çaldı, pardon gakladı, trenin bacasından baloncuklar çıktı, karasinekler birer ikişer baloncuklara binip uzaklaştılar.

Bu treni oğluna tanıtacağı için seviniyordu Güneş, ama içine o da ilk kez binecekti.

Trenin koltukları şeker macunundan yapılmıştı, macun uzayıp kısalıyor, birbirine dolanıyordu. Güneş’le oğlu onların üzerinde salıncaktaymış gibi sallandılar.

İlk durağa geldiklerinde istasyon boştu, yalnızca terk edilmiş bisikletler vardı. Oğlu koştu, ilk kez bir bisikletin kornasını çalıyordu, ne güzel bir ses, bir daha bir daha çaldı. Çaldıkça bisikletlerini hatırlayan çocuklar perona koştular. Kornaların kimi kırlangıç oldu, kimi serçe, kimi şahin, özlemle sahiplerine sesleniyorlardı, kavuşan bisikletine binip uzaklaştı.

Güneş ve oğlu ikinci durakta çaresiz kediler, bir köşede sessizce ağlayan cılız köpeklerle karşılaştılar. Sarman boncuk gözleriyle konuştu:

– Benim yerime oyuncak kedi aldılar, onun tüyleri hem yumuşak, hem de dökülmüyormuş, koltuğu pisletmiyormuş.

– Beni de sahiplenip sokağa bıraktılar.

 Sevilmeye hasret başını uzattı Karabaş, kadifeden başını okşadı oğlu. Sonra birini, diğerini.

 Okşadığı hayvanlar sevinçle kuyruklarını dikmeye başladılar, tüyleri savruldukça kuyruklu yıldız olup kayıyordu, ışıldadı renkleriyle gökyüzü. Bütün çocuklar terk ettikleri dostlarına koşmaya başladılar. Oyuncakları ya bozuluyor ya da kırılıp dökülüyordu. Gerçekle sahtenin farkına eski dostlarının yanında varmışlardı salya sümük.

Yeşil kurbağalar sokakları kapladı. Yuvarlak kocaman gözleri fıldır fıldır, gördükleri tüm gereksiz plastikleri kepçe gibi ağızlarında topladılar.

– Kaç durak var daha anne?

– Bilmiyorum oğlum, kaybettiklerimize bakılırsa yolumuz uzun.

Böylece geçtiler tek tek, sitelerin arasına hapsolmuş oyun parkı yerine bağları bahçeleri kurtardılar. Artık dalından meyvesini koparacakları ağaçlar, çayırlar vardı. Salıncak kurup sallanan çocuklara el salladılar.

Son durağın sireni çalıp indiklerinde bacasından beyaz mendiller tüten bir ev gördüler. Gelmişlerdi işte. Babaannesiyle kapıda kucaklaştılar, korkusuzca. Hatırladı Güneş;

Ne çok oyunumuz vardı bir mendilimiz oldukça, ne çok hırpalamışız doğayı ve kendimizi, plastiklerle, yalanlarla avunmuşuz!

Pencereden ışıklar geliyordu yine yeşil, mor, bunlar babaannesinin perdeleriydi, perdeyi açmasıyla kendilerini yeniden evlerinin oturma odasında buldular. Oğlu elinde beyaz mendil, sesleniyordu;

– Babaanne yine görüşeceğiz, masal evi unutmadık!

Alev Ramiz