Gece yarısını çoktan geçmişti. Genç kadın elindeki kırmızı güllü eşarp ile loş dört duvar arasında “bu işi halletmeliyim” diye sayıklayarak dolaşıyordu.

Ömrümü nasıl harcadığımı görmek için açtığım penceremdeki en önemli manzara; akranlarım daha orta okula giderken benden birkaç yaş büyük, köyün en haylaz delikanlısının kasabadaki pazardan aldığı bu kırmızı güllü eşarbı bana hediye olarak getirdiği, “kaçalım mı?” dediği güne aitti.

Babamdan ve abimden olur olmaz yediğim dayaklardan dönen başımın onun aşkıyla döndüğünü sanmıştım. Zorla denkleştirdiğimiz yol parasıyla aldığımız biletle büyük şehre giderken, gül bahçelerinin üstünden mutlulukla uçmuştuk.

Koğuşta herkes uyuyordu. Ranzada yatan henüz üç yaşına basmış oğlunun soğuktan buz tutmuş ufacık ayaklarını ellerinin arasına aldı, okşadı ısıtmaya çalıştı.

Gül bahçelerini kısa zamanda unutturan hayatım, kaktüslü uçsuz bir çöl haline gelmiş, kocamdan dayak yemediğim gün olmamıştı. Kafama yediğim yumruklarla düşüyor kalkıyor, mutfak, banyo nereye kaçsam, şiddet oraya ulaşıyordu. Taşlar üzerinde kendime geldiğim zaman, kazandığı parayı alkole harcayan, sorumsuz, beni kölesi gibi gören, zayıf karakterli bu adamı iyice tanımadan onunla kaçarak evlendiğim için kendime lanet okuyordum. Bu kötü günlerimde ailem hiç destek olmamıştı. Bir iki defa komşular araya girmiş, sonra kocamın şirretliğinden korkarak müdahale etmekten vazgeçmişlerdi.

Bu işkenceye son vermek, çocuğumla birlikte ayaklarımın üzerinde durabilmek için iş aramaya kalktığım gün yediğim dayaktan sonra günlerce aç ve susuz yatmıştım.

Yaz günlerinde boğucu sıcak, kışın rutubetli soğuk olan loş duvarlar içinde yaşamak bile o güne kadar zor gelmiyordu. O soğuk kış gününde yaşlı mahkûm kadınlardan biri “ah, ah! Sırtım biraz güneş görse, ısınsam! Ağrılarım diner mi? “Dediği zaman başını okşadığı oğlu “anne güneş nerede gözüküyor” diye sordu.

Kuzey yönüne bakan yüksek duvarlı dar koridor biçimindeki havalandırmanın üstünden güneş hiç geçmiyor, koğuşun küçük penceresinden hiç görülmüyor, sadece ışınları tozuyordu.

Kadın başını yukarı kaldırarak yukarıda işareti yaptı. Çocuğunun “orada nasıl duruyor?” sorusuna çaresizce “ne bileyim duruyor” işte dedi. “Soba gibi sıcak mı?” “Evet”. Soba gibi şeyin yukarıda durması çocuğu daha fazla meraklandırdı. Sorular arka arkaya geldi. “Anne güneş ne renk? Büyük mü? Annesi portakalı eline aldı “bundan büyük” Kırmızı güllü eşarptaki gülü göstererek “bu renk” dedi.

Oğlunun ısınan ayaklarından elini çekti, kırmızı güllü eşarbını alıp baktı. Eşarptaki güllere bakarken yatağında aç, susuz hasta yattığı o gecede sarhoş gelen kocası tarafından yine şiddet gördüğünü, eşarbını, şuursuzca sızan kocasının boynundan yavaşça geçirip gırtlağının üstünde düğümlediğini ve bütün kuvvetiyle sıktığını, neye uğradığını anlayamayan adamın çırpınması duruncaya kadar bırakmadığını hatırladı.

Onun bu işi yalnız başına yapabileceğine inanmadılar, suç ortağı aradılar. O ısrarla “çektiğim eziyetler bana kuvvet verdi” dedi. Oğluyla birlikte geldikleri hapishaneye, dayaktan kurtulacağını düşünerek adeta sevinçle girdi.

Bu eski binada yazın sıcak havada pis kokulu, kışın rutubetli, soğuk ve karanlık duvarlar içindeki koğuşta oğluyla birlikte yaşamak çok zordu. Psikolojisi iyice bozuldu. Çocuk küçücük pencereden avuç içi kadar görülen gökyüzünü gösteriyordu, “niye orası o renk değil?”

Oğlunun ardı arkası gelmeyen güneşle ilgili sorularına cevap vermeye gücü yetmiyordu.

Hiç ziyaretçim olmadığı için diğer mahkûmların ziyaretçilerinden güneşin resmini getirmeleri için yalvarmıştım, kimse getirmedi. Gardiyanlardan çocuğumu bir gün dışarı çıkarıp güneşi göstermeleri isteğim de kabul görmedi.

Oğlum için güneş bitmez tükenmez bir konu, benim için güneşi gösterememek dert oldu. Geceleri rüyalarımda bazen pırıl pırıl parlayan, bazen de bulutların arkasına saklanıp çıkan güneşi görüyor, kâbuslarımda çok uzun uğraşlar içinde bir yere saklanan güneşi çıkarmaya çalışıyor, kan ter içinde uyanıyordum. Her gün güneşin duvarları yıkarak koğuşa gireceğini, ışıklarıyla kamaşan gözlerimle oğluma onu göstereceğimi hayal ediyorum. Bu hayal asla gerçekleşmeyecek. Benim suçum yüzünden o da burada mahkûm. Tahliyeme daha yıllar var. Oğlum çocukluğunu güneşi görmeden mi geçirecek?

Elinde eşarbıyla uyuyan oğlunun yanına gitti uzun uzun baktı.

Güneş doğmak üzereydi “acele etmeliyim” dedi.

Koğuştan yavaşça çıktı. Üçgen şekline getirdiği, kısacık hayatına şahitlik eden eşarbının bir köşesini hela kapısının parmaklığından geçirerek, diğer köşesiyle birleştirdi, düğüm attı, boynuna geçirdi, zor oldu ama sonucunu aldı.

Oğlu tahliye olacak güneşi görecekti.

Nebahat Alptekin