Yokuşun en yukarısındaki, denize tepeden bakan, bahçesi güllerle, hanımelleriyle bezeli köşke sığınmıştı. Apar topar kaçarken mutfak ve kilerde hatırı sayılır derece de yiyecek bırakmışlardı, temiz su da bulmuştu. Tüm yokuş terk edilmişti, bir iki uğursuz kargadan başka ses duyulmuyordu. Tek korkusu hırsız çeteleriydi, terk edilmiş evleri soymaya gelenler. Tepedeki evin görkemini, zenginliğini herkes biliyordu ama gelen olmamıştı, son iki gündür dürbünle de çevreye bakıyordu, kimseler yoktu.

Boğucu sıcakta gülleri ve hanımellerini bastıran o leş kokusuna iyice alışmıştı, midesi bulanmıyordu artık. Mutfakta bisküvi ve biraz peynir yedi. Konserveler de vardı, peynir bitince fasulye, bezelye konserveleri, balık konservelerini de yiyebileceğini düşündü. Damacanadaki su da idareli içerse bir hafta onu götürdü. Bir haftaya yardım gelir miydi? Hastane gemisi gelecekti ana karadan, öyle duymuştu. Fırtına da kesilmişti, gemi gelirdi, gelmeliydi.

Korkusunu bastırmak, zaman geçirmek için yukarı kata, Latife’nin odasına çıktı. Bebekliklerinden beri tanırdı Latife’yi. Köşkün bahçesinde beraber oynarlardı küçükken.

Apar topar kaçarken her şeyini odada bırakmıştı Latife. Envai çeşit dantel yakalar yerlere saçılmıştı. Dolapta ipekler, ketenler, taftalar… elbiseler, elbiseler…

Geçen bahar balosunda giydiği o narçiçeği kadife elbiseye gözü takıldı. Latife bu elbiseyi dolaptan çıkarıp,

“Akşam gelmezsen olmaz, giy bunu, çok güzel olacak” demişti.

Elbise duygu tutsağı, sahipsiz, esrik bir meta gibi çağırmıştı Mine’yi…

Karmakarışık tuvalet masasının üstündeki kutuyu açtı, inciler akikler turkuazlar fışkırdı kutudan.

“Kaçtın mı sahi?”

Akik kolyeyi, incileri bir de yeşim taşlı kolyeyi üst üste takıp, yabancı bakışlarla aynadaki yabancıyı süzdü.

O gece de tanıyamamıştı kendini, bahçıvanın kızı Mine narçiçeği elbiseyle bir prensese dönüşmüştü.

Maskesini de taktığında Mine değil Nina’ydı o.

Uzaklarda okyanustan kopuk gelen denizin kokusu, yokuşun gülleri, hanımelleri ile birleşti ama o leş kokusunu sindiremedi.

Dürbünü alıp sahile baktı, son gemiye alınmayanların, gemiye binmek için birbirlerini ezenlerin, dövüşenlerin param parça cesetlerine.

Bahçıvan kulübesinde ateşler içinde yatarken kaçanlara sesini duyurmaya çalışmıştı ama korkudan sağırlaşmış ruhlar onu duymamıştı.

Süt kabartısı gibi deride bir beyaz köpükleşme ve iki gün içinde kıvranarak, ateşler içinde ölüm. Adada çıkan bu salgın dünyada şaşkınlık yaratmıştı. Karantinaya alınmıştı tüm ada.

“Kaçtın mı ölümden sahi Latife?”

O kadife elbise ile Dr. Artin’le dans etmiş, ay ışığında öpüşmüştü. Bahçıvan kızı Mine, Latife’nin nişanlısı yakışıklı Dr. Artin ile öpüşmüştü.

Tuvalet masasındaki tüm o Fransız parfümleri, kremler, allıklar, değerli taşların buğusunda tekrar aynaya baktı.

Latife nişanı atmış, Mine’den de elbisesini geri istemişti.

Artin de gizemli aşığın Mine olmasını hiç hoş karşılamamıştı.

Latife paşa babasına söylese ailecek aforoz edilirdi de söylememişti.

“Pişman değilim işte, o gece sen olmaktan pişman değilim”

“Günahımı da ödedim… Bakışlarında senin, Artin’in, babamın ve annemin,”

Aynadaki yabancı acıyarak baktı Mine’ye.

Karanlıkta bir karga sahildeki cesetlerden birinden aldığı yakut küpeyi Latife’nin odasının penceresine bıraktı.

Mine sesle başını çevirdi, karga ile göz göze geldi, sonra da yakutun kızılına takıldı gözü.

“Beni de bırakmayacaksın değil mi? Gittiğin yere götüreceksin, affetmedin.”

Aynadaki yabancı gülümsedi.

Kapıdaki ses de neyin nesiydi?

Işın Güner Tuzcular