Sıcak çok sıcak… Bu yakıcı yaz günü Eyüp Sultan mahşeri bir kalabalık yaşıyor, seviyorsun bu kalabalığı, türbenin o karanlığından, ölüm diyarından seni alıp neşe diyarına, aydınlığa taşıyor. Bir bir bakıyorsun gelenlere, onlar seni görmese de sen onları en ayrıntısına kadar inceliyorsun. Şifa arayanlar, iş arayanlar, üniversite sınavına girenler, oğlunu, kızını baş göz etmek isteyenler, torun torba yolu gözleyenler, rüyasında aksakallı dede görenler, sünnet çocukları, bembeyaz elbiseleri, pırıltılı umutları ile gelinler… envai çeşit insan türbede, camide dua ediyorlar.


“Ne çok kalp ne çok hayat”
Meydanda yürüyorsun, buranın curcunası farklı. Dilekleri gerçekleşenler şeker, tespih dağıtıyorlar. Genelde kadın dilek dileyenler, erkekler daha ketum ve asık suratlı, ellerinde tespih namaz vaktini bekliyorlar.
Meydandaki fıskiyede bunalmış güvercinler yıkanıyor, kanat çırpıntıları sünnetlik çocukların hayran gözlerinde Eyüp anısına dönüşüyor. Onlara gülümsüyorsun, bakmıyorlar sana.

Gezmeye gelenlerin rağbet ettiği edebiyat kahvehanesine gidiyorsun. Neyzen var orada kadim dostun.
Muhabbet herkesin aklını çelmez,
Gönül viranesi kolay düzelmez
Onun şiirinin ve resminin asılı olduğu duvara dayalı masada iki kadın tost yiyor. Neyzen’le fotoğraf çektiriyorlar ama sana göz ucuyla dahi bakmıyorlar.
Bir yer var anlatamıyorum diyen şairi arıyor gözün, bulup bir selam da ona çakıyorsun. Çarşıya yürürken yüreğin kıpır kıpır… Sevgilinle karşılaşmadan önce bir dükkân penceresinde saçını başını düzeltiyorsun.
Her zamanki yerinde sevgilin. Asık suratlı, çatık kaşlı, beyaz tenli yirmi huriyle orada… Hepsinin kafasında rengarenk örtüler. Senin sevgilinin başörtüsü kırmızı, onlar kadar asık suratlı değil, ya da sana gülümsüyor. Bağdaş kurup oturuyorsun karşısına, aşkla neyini üflemeye niyetleniyorsun. O sırada çırak Mahmut sevgilinin yanındaki kızın başörtüsünü hoyratça alıp, Arap Turiste satıyor iki arada bir derede. Mankenin kel kafası sevdanı sorgulatmıyor sana ama sevgilin için de endişeleniyorsun.
“Mahmut, huriye yeni baş örtüsü tak, ne öyle kel kel duruyor. Zaten çatık kaşlı.”
“Abi, manken onlar kaç kere söyledim sana.”
“Aç gözlerini Mahmut, zihin gözünle bak, kalp gözünle bak. Zahiri herkes görür de ötekini görmek asıl marifet.”

Gülüyor sana, sevdana da böyle bıyık altında güler ama kırmızı başörtüsünü de kimselere satmaz. Seni de her zaman görür, selamı hiç esirgemez, çay söyler. Yüreğini seviyorsun Mahmut’un.
Aslında onunla konuşmaya geldiydin, bu saatte çıkmazdın türbeden genelde ama konuşman da lazım. Sevgilini görünce dünyayı unuttun ama konuşmalısın.
-Mahmut, bak dün gece seni gördüm, mezarlıkta, yapma oğlum uyma ötekilere bela gelecek başınıza.

-Abi, başka çarem mi var? Nermin’in babası kızın her iki koluna birer altın Trabzon bileziği, bir de beşibiryerde istiyor.
-Çalış kazan ama gittiğin yol, yol değil. Atilla ve adamlarına uyma sen.
Dinlemiyor, müşterilerle ilgilenmeye gidiyor. Sevgiline veda ederken akşama muhabbete devam ederim deyip yürümeye devam ediyorsun.
Ruhun kasvetli ama çarşının havası seni de içine alıyor. Rengarenk umutlar, etrafa yayılan gül kokusu, pamuk şekeri, döner patates kokuları, Pierre Loti teleferiğinin kuyruğu… Gün boyu gezinip duruyorsun, akşam alacasına doğru hava değişiyor. … Kafeler kapanmadan sevgilinin önünde ney çalıyorsun, kalabalık azalmış, iki üç hassas ruh ve sokak kedileri huşuyla dinliyor neyin namelerini. Mahmut ortada yok.
Yavaş yavaş türbenin yolunu tutuyorsun, alaca karanlıkta, mezarlıklar arasında, Pierre Loti’den zamanı unutup geç kalmanın telaşıyla el ele inen sevgililer, daha içlerde mezarların arasında müşteri arayan fahişeler, uyuşturucu satıcıları, kendinden geçmiş berduşlar, kendini arayan abdallar… Gecesinde Eyüp’ün, edilen onca dualara rağmen kem gözler, zifir kara düşünceler… Yürüyorsun her gece gibi bu gece de mezarların içinde, cellat mezarları önünde ürperiyorsun. Tekkenin son semahı da bitmiş, dervişler ağır ağır birer gölge gibi, sanki uçarak aşağıya iniyorlar.

Türbeye geldin ama girmek istemiyorsun, ilerideki kör ışıklara bakıyorsun. Mahmut onlarla değildir umarım diye dua ediyorsun. Atilla ve tayfası karanlık insanlarının en kötüsüdür ve en lanetlisidir diyorsun. Etrafı dinliyorsun, bir baykuş aniden havalanıyor, Türbenin önündeki ceviz ağacına bir kuzgun konuyor sana bakıyor. Çok fena… Gece kötü şeylere gebe.
Gidip Mahmut’u aramalıydın ama aramadın. Uyardım ya dedin kendi kendine. Gittin yattın. Uyku da tuttu. Sabahın aydınlığında unuttun kuzgunu, Mahmut’u. Türbeyi açtın süpürdün, çiçekleri suladın. İşin bu, baban, deden gibi türbe bekçisisin sende.
Akşama doğru sevgilin geldi aklına, neyini aldın ve çarşıya gittin. Dükkânın önünde kırmızı bir şerit…
Olay yeri yazıyor. Hurilerin çoğu yerde, Sevgilin de taş zeminde, kırmızı başörtüsü açılmış, yüzü kanlı. Yere kocaman bir insan çizmişler tebeşirden.
Çığlığına dükkân sahibi geldi koştu,
“Mahmut definecilerle çıkmış dün, polis peşlerine takılmış, gelip dükkâna sığınmışlar, çatışma çıkmış…” ağlayarak konuşuyor adam…
“Mahmut vurulmuş, Bizans hazinesi peşindeymişler, iki altın dişe vurulmuşlar”
Uyarmıştım ben onu demek istedin diyemedin. Kuzgunu da gördüm anladım kötü bir şey olacağını demek istiyorsun da diyemiyorsun, sevgiline bakamıyorsun.
Sadece uyardın, endişelenmedin, Mahmut için yeterince endişelenmedin. Endişelenmedim. Kendi küçük dünyanı düşündün. Unuttun herkes kader ipleriyle birbirlerine bağlı, unuttun. Bakamayacaksın onun gözlerinin içine. Bir daha asla bakamayacaksın… Bakama…
Kim çalıyor o neyi? Nasıl da yanık, nasıl da hüzünlü kim çalıyor…


Işın Güner Tuzcular