Caleb mutfağa doğru giderken yere kadar inen pencerelerden dışarı baktı, tam kırk gündür süregelen fırtına dinmiş, ama inatçı bir sis yirmi dokuzuncu kattan aşağısını esir etmişti, kırkıncı katta pırıl pırıl gökyüzüne baktığında içi bir tuhaf olurdu. Tanrı katında sanki davetsiz bir misafirdi.
“Gözlerim güneşi görsün ışığı boşansın üstüme istedim; Karanlık yok oluyordu sen ışıyınca, Ölüleri bile diriltirdi parıltıların…”

Günler sonra güneşin keyfini çıkaracak kadar vakti olmasını ne çok isterdi, hızlı adımlarla mutfağa geçip, kahve makinesini çalıştırdı. Fırtınalar nedeniyle hayvanlar ölmüş, ekinler zarar görmüştü. Son on yılda dünyada açlık vardı. Topraksız tarım, gökdelenler de bitki yetiştirmek gibi çözümlerse sadece varlıklıların gıda ihtiyacını karşılıyordu. Bu lüks otelde her türlü gıdaya ulaşmak mümkündü tabi.
Bay Oliver, sadece sabahları hafif bir kahvaltı yapar, bir daha yemek yemezdi. Otelin restoranları yerine de suitin mutfağında hazırlanan kahvaltıyı tercih ederdi. Calep bıldırcın yumurtalarını karıştırdı, Hindistan cevizi yağıyla hafif yağladığı sahanda pişirmeye başladı, avokadoları dilimledi, dört beş zeytin ve iki hurma, bir ince dilim de Olavidia peyniri. Günahkâr zevkim derdi bu peynire Bay Oliver…
Sonra duvardaki kilitli dolaptan kırmızı kile benzer bir madde dolu şişeyi özenle çıkardı. Ölçü kaşığıyla 100 ml. büyük kristal su bardağına koydu, üstüne de Evian şişesinden suyu yavaş yavaş, özenle boşalttı, karıştırdı. Hayat iksiri demişti bu maddeye Bay Oliver, yıpranmış hücreleri onaran, insanı yaşlandırmayan bir iksirdi. FDA’da henüz onaylanmasa da varlıklılara el altından satılıyordu.
Calep’in kullanması yasaktı. Tek zerresi bile ziyan edilmemeliydi. Hammadde sorunu yaşandığından sadece seçilmişler için üretilebiliyordu. Ufak bir dikkatsizlik olursa… Titredi Calep düşünmek istemiyordu. Hem şişeyi dolaba koyup, tekrar kilitledi, anahtarı boynuna astı. Beş yıldır bu yedi yıldızlı otelde kişisel uşaktı ve Mr. Oliver’la sık sık çalışırdı, adama hem saygı duyar hem de ondan korkardı.
Mr. Oliver kapalı havuzda yüzüyordu. Sadece yeşil gözlerini ve boneli kafasını gördü Calep suyun yüzünde, bir timsahı andırıyordu. Pusuya yatmış bir timsahı. Uluslararası bir ilaç şirketinin CEO’uydu Edward Oliver. Nobel bilim ödüllü bir araştırmacı.
O sırada palas pandıras içeriye Elton Tusk girdi. Elli yaşlarında, siyah boyalı saçları, çocuksu, neşeli yüzüyle daha genç daha sempatik duran bu adamın aslında ne kadar acımasız olduğunu çalışanlarından duymuştu. Kim almıştı suite bu adamı? Bay Oliver kahvaltısını yapmadan hiç misafir kabul etmezdi.
Kibarca Bay Tusk’ı dışarı çıkarmak istedi. Bay Oliver, “tamam Calep” çıkabilirsin, dedi havuzdan çıkarken.
Calep sessizce dışarı çıktı. Ortalıkta görünmemeyi, sağır, dilsiz olmayı bunca yıllık hizmetinde öğrenmişti. O gün bir daha çağrılmadı. Mr. Tusk’ın gece de otelde kaldığını yandaki suite yerleştiğini öğrendi personelden.
Ertesi sabah, mutfakta iki kişilik kahvaltı hazırlaması için talimat aldı. Liste de değişmişti. Pastırma, deve kuşu yumurtası omleti, Halep domatesi, hurma ve bol zeytin. Bay Oliver’ın iksirini de özenle Bay Tusk’a da hazırladı.
Havuzda Bay Oliver ve Bay Tusk yüzüyorlardı. Bir timsah bir de köpekbalığı diye düşündü Calep.
Bay Tusk iksir dolu kristal bardağa baktı,
“Şeh Ahmet bu iksirden içmiyor muydu?”
“Düzenli kullanırdı” dedi Bay Oliver
“Kalp Krizi nasıl geçirdi o zaman?”
“Araştırıyorum,” dedi kısık bir sesle Bay Oliver, sanıyorum fırtınalar nedeniyle güneşin zararlı ışınları daha fazla atmosfere giriyor, ne kadar korunsak da etkileniyoruz. İksirin gücünü azaltıyor bu.
“Bir an önce Mars’a gitmeliyiz o zaman dedi Bay Tusk.”
“Calep seni de alacağız, seni ve aileni merak etme.” dedi sonra da aniden Calep’e dönerek.
Gitmek mi kalmak mı Calep kararsızdı.
Bay Oliver koyu renk Armani takımı hazırlamasını istedi. İki misafir daha gelecek öğlene kadar, büyük çalışma masasını hazırla, dedi Bay Oliver.
Mars yolculuğundaki dostlar da Zoomdan bağlanacak, büyük ekranı hazırlasınlar, dedi Bay Tusk heyecanla. Twitter’dan sonra Zoom’u da almayı planlıyordu. Mars’ta koloni projesinin önemli adımıydı uzay interneti.
“Geçen hafta getirdiğim kara toprak ve kil saksıya konuldu mu Calep?”
Daisy Rosechild, elinde mavi bir sıvı, cam kenarındaki Venüs çiçeğini incelerken, ninni söylüyordu. İncecik, sarışın, yaşsız ve çok güzel bir kadın. Bir deniz kızını andırdığını düşündü Calep, bir sireni.
“Otelin bahçıvanı koydu efendim.”
“İyi iyi, sinek falan yok değil mi etrafta, hiçbir şey yemedi.”
“Otelimizde hiçbir haşerat yoktur, pencereler hiç açılmaz, sadece havalandırma çalışır.”
Kadın ile bitki arasındaki iletişimi şaşarak izliyordu. Ninniyi dinleyen bitki, dikenli yapraklarını, ritmik bir şekilde açıp kapamaya başlamıştı. Yeşil dikenli yaprakların içi pembeydi. Cazibeli bir canavarı andırıyordu. Bayan Rosechild, elindeki mavi sıvıyı bitkinin pembe ağzına damlatmaya başladı.
Oğlum acıkmış mı? Sineklerden daha lezzetli benim hayat suyum değil mi… diye besliyordu bitkiyi anaç tavırlarla kadın. Ayda bir beslemek yetiyordu Venüs bitkisini bu mavi sıvıyla.
“Sihirli bir iksir, Venüs bitkisinden sonra insanlara da verebilirsek, açlık sorununu çözeriz. Mars’a ayak uyduracak mı bu bitkiler Daisy, uydurursa bu yıl Nobel senin?”
Atalarının çok eski destanından mısralar düştü Zihnine Calep’in.
“Nereye koşuyorsun böyle, Gılgamış? Eline geçmeyecek aradığın yaşam. Tanrılar insanoğlunu yarattıklarında yalnız ölüm oldu ona verdikleri, kendi ellerinde tuttular yaşamı! Karnın dolu olsun yeter Gılgamış, sen ona bak, gece gündüz eğlenmene bak, gününü gün et, keyif sür, çalgılarla gece gündüz gül oyna, hep güzel giysiler olsun üstünde, başını temiz olsun, bedenin yıkanmış olsun, elinden tutan yavruna bak, karın mutluluğu tatsın göğsünde, budur insanoğlunun tek yapacağı.”
Seçkinler okumuş olsa bu destanı, farklı iksirler yaratırlardı belki, zekasını insanlık için kullanırdı.
“Benim oğlum her yere ayak uydurur, iksir demişken Şeh Ahmet’in otopsi raporuna baktım, Bay Oliver’ın iksirinde bir sorun var.” diye mırıldandı Bayan Rosechild
“Bu konuda konuşulmasından bile hoşlanmıyor Edward, akşam konsere benimle gelir misin? Ne dersin?”
Bayan Rosechild bir an Tusk’ı baştan aşağıya süzdü, gülümsedi ve bitkisi kucağında dışarı çıktı.
“Büyüleyici, eşsiz, zehirli bir çiçek.” dedi Yazar Trissham, oturduğu koltuktan o ana kadar hiç konuşmadan tilki gözleriyle her şeyi izlemişti.
Gönlü üzgündü Tusk’ın. Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu.
Bir ilahe diye mırıldandı kadının ardından.
Calep içki bardaklarını toplarken Tusk’ın aşık halini zihnin de canlandırmaya çalıştı ama başaramadı.
“Tasarladığım robotu Daisy’nin ilhamıyla geliştiriyorum.” dedi Tusk, biraz daha yakınlaşmalıyım ona.
Bay Trissham cevap vermedi, tabletine notlar alıyordu. Fazla konuşmayan, dinleyen, izleyen bir adamdı. Sessiz ve karanlık bir havası vardı. Kitapları çok satar, kitleleri etkilerdi.
Öğleden sonra toplantı salonu hazırlanmıştı, yeni ABD başkan adayı Nancy Delerato Washington’dan, Chip üreticisi Çinli iş adamı Wo Hung ve Banker Paşha Belazorov, SpaceX’ten bağlanmışlardı.
“Marsta sphere yapılar yapılmaya başlanmış.” dedi Hung, “şu mimar Zaha Hadid, çok yetenekli. Ölmemiş miydi o?”
“Eserlerini ve düşünce sistemini büyük bilgisayarıma yükledim, yeni tasarımlar üretiyorum, yaşıyor bir anlamda.” dedi Tusk.
“Büyük kızıl göletin ortasında kendime bir çalışma ofisi yaptırıyorum.” dedi Belazorov, Sphere yapıların içinde her şey mümkündü.
Elton Tusk’un sır gibi sakladığı yeni bir plastikten yapılan sphereler devasa yaşam alanları oluşturacaktı marsta, güneşin yararlı ışınlarını içeriye sokan ama radyasyonu engelleyen bu spherelerde, sıcaklık hep aynıydı, hep ilk bahar. Oksijenini de güneş enerjisi ile üretebilen kimyasal düzenleyiciler yerleştirilmişti birçok yerine. İki sphere tamamlanmıştı, birine ekin ekilmiş, devasa bir tarım alanı yapılmıştı. İkincisinde önemli iş adamları için malikaneler, ofisler olacaktı. Üçüncü sphere de hayvanlar, dördüncüsünde işçiler olacaktı ama “robotlarım devreye tam güç girince fazla işçiye ihtiyacım olmayacak.” demişti Tusk.
Dünyada sürekli fırtına, sel, felaketler olurken Mars’ta yeni bir hayata yelken açacaklardı seçilmişler. Bu yedi kişi Mars projesi ile yeni bir dünya yaratan tanrılardı.
Sphere olmayan alanlara da bitkiler dikmek, gezegeni yavaş yavaş her şekilde yaşanır kılmak istiyordu Tusk. Venüs bitkisi şaşılacak derecede bu işlem için uygundu.
Calep misafirlere kahve sunarken tanrıların yeni dünya planlarını kaygıyla dinlemişti. Dışarı da yine korkunç bir fırtına vardı. Pasifikte adaların battığı haberi geçiyordu televizyonlar. Tanrılarsa burada sadece seçilmişleri ve onların hizmetkarlarını kurtarma planı yapıyorlardı. Kararını vermişti Calep, ne olursa olsun burada dünyada kalacaktı. Yazgısını yaşayacaktı, tüm insanlarla beraber.
“Testi gibi kırıldı yeryüzünün temelleri. Fırtına bütün gün esti kudurmuştan beter, ortalığı kasıp kavuracak ve belanın büyüğü, kaşuşu gibi, insanların başına çöktü; kimse kimseyi görmez oldu böylece, ayırt edilemez oldu gök varlıkları. Bunun üzerine Tanrılar korkup Tufan’dan yukarılara kaçtılar, Anu Tanrı’nın göğüne, orada köpekler gibi kıvrılıp yattılar.”
Kaleminize sağlık. Mükemmel bir yazıydı.
BeğenLiked by 1 kişi
çok teşekkürler
BeğenBeğen