Kasımpaşa ve Hasköy’ün yoksul, eğri büğrü, birbirine omuz omuza yaslanmış sıvaları dökük binalarından, sıkışık, karmaşık yollarından sonra korunun içinde geniş saçaklarla bezeli çatısıyla zarif kasır bir rüya alemi gibi gelirdi ona.

Onca yağmurun, ayazın sonunda anısızın bahar gelmişti. Kırmızı, beyaz, sarı laleler açmış, erguvanlar mora boyamıştı koruyu. Havalar ısındığından beri haftada en az üç gün Şişhaneden kasra yürüyordu. Bahçede havuzun yanında güneşli bir masaya otururdu. Çayı ve kitabı olmazsa olmazdı. Garsonlar, kapı görevlileri, rehber aşinaydı ona.
Neşeli, sevimli, yaşlıca bir adamdı. Fazla konuşmazdı. Ciltli, eski kitaplar okurdu, bazen de nota yazardı. Kendi kendine hafif hafif mırıldanırdı. Bahçedeki kedileri sever, onlara mama getirir, havuzda yıkanan kargalar kedilerden önce mamayı görüp, yerse kızardı. Vakit dolduran kendi halinde bir emekli diye düşünüyordu onu görenler. O da kendini anlatmayı yıllar önce bırakmıştı. Korunun bir parçası, bir sandalye gibiydi personel için de. Yaşlı insanlar genelde bir süre sonra pek görülmez olur. Oradadır ama kimse çok dikkat etmez onlara.
Ağustos sonu bir gün zor taşıdığı kocaman bir sırt çantasıyla geldi bahçeye. Kapı görevlisi Ahmet çantayı soracaktı, ama kalabalık bir kadın grubu gelince unuttu gitti.
Havuz başı kafeteryanın sorumlusu Leyla çayını getirdiğinde bugün dalgınsınız demek istedi ama rahatsız ederim diye de çekindi.
Müze kapanırken çantayı da alarak tuvalete doğru yürüdü adam. Tuvaletlerin arkasından dolaşıp, tepeye doğru çıkan ağaçlıklı patikaya saptığını kimse görmedi.
Sık ağaçların arasında yere çantasından çıkardığı örtüyü serip, biraz kestirdi. Uyandığında karanlık basmıştı. Sabah hazırlayıp çantasına özenle koyduğu peynirli sandviçini yiyip, kıpırtısız bekledi. Gece yarısı yavaş ama kararlı adımlarla kasrın en alt katındaki küçük kapıya yöneldi. Elinde eski, paslı bir anahtar vardı.
El feneri ile Divanhaneye oradan da Has odaya girdi. Duvarda Şeyh Galibin dizelerinin üzerinde ellerini gezdirdi. Üçüncü Selim ve Şeyh Galip meşk ediyorlardı sanki…
Suzi Dilara makamında notalar duymaya başladı. Büyülenmiş gibi müziğe doğru yürüdü. Fatma Gevheri hanımın siyah beyaz fotoğrafına baktı hayranlıkla, nasıl da güzel bir kadındı, fotoğrafın yanındaki camekanda bir tambur ona sesleniyordu. Camekânı açıp, tamburu eline aldığında, daha da dile geldi tambur.
Başka bir âlem gerektir gönlümü seyrân için
Mihnet-i dünyâ çekilmez doğrusu bir cân için
Mübtelâ-yı derd-i aşkı olduğum cânân için
Terk-i cân etsem de kurtulsam şu mihnet-hâneden
Yıllar önce çaldığı bu besteyi hatırlamanın keyfiyle tambur elinde gün doğumunu seyretti. Bülbüller şakıyordu.
Sabah müzeyi açan görevli Fatma Gevheri hanımın tamburunu divanın üstünde görünce çok şaşırdı. Bir de notalar vardı, tamburun yanında, Fatma Gevheri hanımın kayıp notaları. Kasrın önünden geçen bir iki sarhoş, gece müzik sesi geliyordu duvarların ardından deseler de inanmadı kimse onlara.
Eylül sonu, yağmurlu bir günde korulukta yaşlı adamın örtüsü ve çantasını buldular. Çantadan Osmanlıca Şeyh Galip Divanı çıktı. Yaşlı beyi garsonlar bu kitabı okurken hatırladılar. Uzun süredir görmemişlerdi.
Aynalıkavak Kasrının sırlarına eklendi o gece. Tamburun camekanı da kitlendi.
Dili çok güzel öykünün, hayal ettiği dünya da. Kaleminize sağlık
BeğenLiked by 1 kişi
Mükemmel olmuş. Bermutad, iki defa okudum, tadını tamm çıkarmak için.
Benden de bir;
“Yüreğine, kalemine sağlık.”
Uğur G
BeğenLiked by 1 kişi
çok teşekkürler Uğur bey, selamlar
BeğenBeğen