Karşı konulmaz biçimde ve kesintisiz bir hareketle akıp giden Zaman, var olabilmiş ne varsa tümünü -gerek dikkati çekmeye değmez olayları; gerekse büyük ve anımsanmaya değer olanları-, bir unutulmuşluk uçurumuna çekip yutmak için, sürükleyip götürür; ve, tragedyacının dediği gibi, “Gizlenmiş olanı ortaya çıkarıp, meydanda olanın üzerine örtü çeker”. Ne var ki, tarih bilimi, Zaman’ın akışına karşı koyan sarsılmaz bir bent’tir.
Kandilin yarı kör ışığı altında, kuş tüyü kalemini mürekkebe batırıp son satırları yazdı, mürekkebi azalmıştı, kandili de tükenmek üzereydi. Manastırın kalın taş duvarlarından, soğuktan, rutubetten nefret ediyordu. Başında tacıyla Magnaura Sarayı’nda tahtında oturduğunu hayal etti, mor ipek elbisesi, altınlar, renkli değerli taşlarla bezenmiş takılarıyla… Azametli bir kraliçe. Hayır, güzel değildi biliyordu bunu ama akıllı ve azametliydi. Tarihe çok büyük işler yapmış bir kraliçe olarak geçebilirdi.
Zoe ve Theodora’dan daha iyi bir kraliçe olabilirdim, diye mırıldandı.
Mor odada doğmuştu, erkek kardeşi İoannis’den daha zekiydi. Bir hastane, yetimhane yönetmişti, genç kızlığında. Büyükannesi Anna Dalassene’de ona hep inanır, ülkeyi bir gün yöneteceğini düşünürdü. Bu lanet manastırda torunuyla çile çekecek kadar ona inanmıştı.
Kocam olacak o korkak beni terk etti kaçtı diye, söylendi öfkeyle.
Üstünde şekilsiz bir rahibe cübbesi, kör kandillerle rahiplerden gizli yazıyordu. Birazdan gün doğacak, dualar yankılanacaktı manastırın duvarlarında. Her gün yakarıyordu Tanrıya, Bakire Kecharitomene’ye , manastırın dört duvarından bir çıkabilmek için.
Babam büyük Kral Alexios severdi beni, erkek kardeşim İoannis’ten daha çok severdi.
Eline tekrar kalemi aldı, gün doğumundan önce iki satır daha yazmalıydı, mürekkebin yettiği kadar.
Aristoteles’in kapsamlı bilimsel yapıtlarını, keza Platon/Eflatun’un dialoglarını dikkatle okudum, tinsel yönümü dörtlü bilgi ile (astronomi, geometri, aritmetik, müzik) olgunlaştırdım; bunları anlatmamın bir nedeni var; gerçekten, bu, övünme değil; doğa vergisine ve benim kendi öğrenme düşkünlüğüme borçlu olduğum özelliklerimi, hem çok yüce Tanrı’nın bana sonradan kazandırdığı, rastlantıların da etkisiyle kazandığım özelliklerimi açıklamam gerekiyor…
Rahipler koridorlarda ilahiler eşliğinde yürümeye başlamıştı. Kağıdını kalemlerini sakladı. Holde dualara, taş merdivenlerden kiliseye doğru yol alan kara cübbelilere karıştı, yok edecekti benliğini güneş batana kadar.
Kader ise başka planlar peşindeydi. Kılıçlı gözü dönmüş iki köleden kaçmak için dar sokağa girdi Anna. Aylar sonra Konstantinopolis’i görmek istemişti, manastırda üretilen zeytinyağlarını pazarda satmak için rahibelerle şehre inebilmek uğruna başrahibe yalvarmış, hatta aile yadigârı kehribar tespihini hediye etmişti. Suikastçıların peşine düşeceğini nereden bilebilirdi? Çıkmaz sokağa girdiğinde ölümün o soğuk nefesini ensesinde hissetti. Babasının yaşamını yazmayı tamamlayamadan, gencecik yaşında ölecekti.
Aniden doru bir atın üstünde sarışın, yapılı, başında boynuzlu miğferi olan bir adam belirdi sokağın başında. İki kılıç darbesi ile suikastçıları yere seren adam elini uzattı, ayakları yerden kesildi Anna’nın. O anda aile yadigarı küpelerinden birinin Viking’in miğferine takıldığını görmedi bile, soluksuz kalmıştı, kalbi anlamadığı bir şekilde çarpıyordu ve ateş basmıştı tüm bedenini.
Bir hafta sonra saraya döndüğünde tek bir laf etmedi yaşadıklarından, babaannesine bile bir şey söylemedi. Suikast ortaya çıkınca kardeşi de isyan çıkmasın diye onları affetmişti.
Sarayda bir odada tarihi olaylar yazdı Anna, Viking muhafızları da yazdı överek, ama o çıkmaz sokağı yazmadı, ne de olsa o bir tarihçiydi, öykücü değil.
Yazdığım bu yapıtta, babamın yaptıklarını anlatmak istiyorum; bunlar -gerek bir kez erk’in sahibi olduktan (taht’a geçtikten) sonra yaptıklarının tümü, gerek taç giymesinden önce, başka (kendinden önceki) İmparatorların hizmetinde iken yaptıklarının tümü- sessizliğe terk edilmemeli, ne de bir unutulmuşluk denizine götürülüyormuş gibi Zamanın akışıyla sürüklenip gitmeli.
Yıllar, yüzyıllar sonra unutulmuşluk denizinde bir tek küpe karaya vurdu, Danimarka’da Yutland adasının batısındaki Bovling bölgesinde bir tarlada. Arkeologlar İskandinav ülkelerinde daha önce hiç görülmeyen bu eşsiz küpenin Bizans takısı olduğu konusunda hem fikirdiler ama nasıl Danimarka’ya geldiğini açıklayamıyorlardı.
Bugünün öykücülerine kaldı artık tarihi eşeleyip, gizemli küpeler hakkında öyküler, romanlar yazmak.
Sayın Işın Güner Tuzcular;
Her zaman yaptığım gibi iki kez değil, bu defa öykünüzü üç kez okudum .
Gerçek şu ki, her seferinde ayrı bir tad aldım. Arada bir internet’e girip, öyküye daha bir nüfus etmek istedim. Oldu da. Bir süredir Opera librettoları üzerine okumalar yapıyorum. Çok eksiklerim olduğunu farkedip, su sıralar bitirip “Nadas”da tuttuğum romanımla eşzamanlı başlamıştım.
İnanın, sizin bu öykünüzle daha bir heyecanlandım.
Kısaca bana çok iyi geldi. Size kocaman bir teşekkür borcum var.
Değerli dost, değerli yazar kardeşim;
Akıcı, ve yalın üslubunuzla , unutulmuşları -Taht el Hâtır- kalmışlara, ışık tutmanızı bir “Aydın sorumluluğu” olarak ifade etmeme lütfen izin verin.
İyilik ve başarı dileklerimle.
Uğur G.
BeğenLiked by 1 kişi
Çok teşekkür ederim Uğur Bay. Unutulmuşluk uçurumu kenarında dolanıyorum hep haklısınız, oradakilerle buluşmak hoşuma gidiyor. Romanınızı da okumak için sabırsızlanıyorum. Çok selamlar
BeğenBeğen
Çok güzel Işın gerçekten usta işi bir öykü olmuş…Ellerine sağlık
BeğenLiked by 1 kişi
çok teşekkürler Füsun, sevgiler
BeğenBeğen