Pıt pıt…pıt pıt…  gugguguk… pıt pı…

Telaşlı pıt pıtlar sonra da hafif hafif gugguguk guuuuuuklar… Sabahın beşi ve çatı katında bir parti vardı.

Eski evlerin bu kadar gürültülü olduğunu hiç düşünmemişti. Evin önündeki Çitlembik ’in rüzgârda hışırdaması, tahtalarının gıcırdaması, caddede bir şangırtı, geçen araba ile titreşen bardaklar…  Uyuyamıyordu, kâgir evde üçüncü gecesiydi ve uyuyamıyordu.  Sabaha karşı bu pıt pıtlar, gugguguklar artıyordu. Yorgundu, uyuyamıyordu.  

Yorganı üstünden hışımla attı, Loş odada etajerde baş köşeye yerleşmiş büyük teyzesi Aleksandra’nın siyah beyaz resmi ona hafif alaylı mı bakıyordu?  Dedim sana buralarda tutunamazsın bakışımı atıyordu? 

Vodina Caddesi 96 No’lu üç katlı, cumbalı kâgir bina, ön yüzündeki işlemeler, merdiven biçiminde kesilmiş konsollarına dayalı balkonundaki sardunyalarla şirin, sıcak ve aynı zamanda azametliydi. Aleksandra işlemeli demir kapının önünde duruyordu. Noel yortusu için hazırlanmıştı, üstünde koyu renk bir döpiyes, maşalı saçları, parizyen şapkası, omuzlarına aldığı astragan paltosu ile öyle zarif, öyle başka zamanlara aitti ki.  

Deniz, büyükannesinin yadigarı antika dikiş makinasının gözünde kırmızı teneke Golden Horn bisküvi kutusunda bulmuştu bu resmi. Fener’de doğmuş büyük teyzesi Aleksandra. Annesi onca zamandır neden söz etmemişti Aleksandra’dan?  Fenerden… Geçmişinden.

Sabahlığını giydi tavan arasını gözden geçirmenin vakti gelmişti. Ahşap merdivenler gıcırdadı ayaklarının altında, pıt pıtlar ve gugular kesildi aniden.

Vodina Caddesi 96 numarada bir mezat evi vardı… Bina büyük teyzenin zarif evine de hiç benzemiyordu. Karadenizli Emlakçı fotoğraftaki evi hiç tanımamış, geçen onca zamanda yıkılmış gitmiş, demişti.

Varlık vergisini ödeyemeyince satmışlardı üç katlı kâgir evi, Kurtuluş’ta iki oda bir salon eve çıkmışlardı ailece. Bir daha Fener’e adım atmadım, demişti Aleksandra. Sesinde onlarca yılın kırgınlığı.

Deniz’i üst katta ev sahibesinden kalma atmaya kıyamadığı sırları dökük ayna karşıladı. Kimlerin akisleri hafızasındadır kim bilir asırlık aynanın. Dili olsa da konuşabilse. Dağınık saçları, yorgun yüzü ile Deniz’i görüntüleyince, zarif Fener kadınlarına alışık ayna sanki bir hoşnutsuzluk nidası çıkardı. Aksiyle yüzleşmemek için camdan dışarı baktı, Vodina caddesinde hiç sokak lambası yanmıyordu, binaların çoğu kafe olduğundan sabahın bu saatinde hiç ışık yoktu. Sadece uzaktan gördüğü Haliç’in öteki kıyısında ışıklar tek tük yanıyordu.

Aleksandra’yı Balıklı Rum Hastanesi yaşlılar evinde kuytu bir odada bulmuştu Deniz.  Mihail bey ölünce yerleştim buraya, çocuğum da yok diye mırıldanmıştı yaşlı kadın. Aile albümünü çıkarmıştı, kardeşi Andreas Sarıkamış’ta askerlik yaparken ölmüştü, Eleni ise bir Türk bankacı ile evlenip, İzmir’e yerleşmişti.

Anneni görmüştüm bir kere, Paskalya’da Beyaz Fırın’da buluşmuştuk. Eleni ile, anneni de getirmişti yanında. Kıvır kıvır saçlı, minik bir kız.   Ayla olmuştu Eleni. Tedirgin suskunluklar yaşadık o buluşmada, sonra bir daha görüşmedik.

Bu katı atölyesi yapmayı planlıyordu Deniz. Haliç’e bakarak resim yapmayı, sergi açmayı hayal ediyordu. Annesi endişelenmişti geçmişin peşine düşmesinden, tek başına Fener’de oturmaya kalkmasından. Geçmişin dipsiz kuyularında kaybolursun, deşme fazla, demişti.

Mümtaz’da Levent’teki rezidanstan Fener’e taşınmasını tuhaf bulmuştu.  Hiç anlamadı beni diye düşündü Deniz. Anlamayacakta, ne buluyorum bu adamda?

Emlakçı ise tam tersi cesaretlendirmişti onu. Sizin gibi sanatçılar ev alıyor, burada yaşıyorlar. Canlanıyor Fener demişti.

Evdeki ilk sabahında karşıdaki kafede genç bir akademisyenle tanışmıştı Deniz.  Arka sokakta oturuyordu. 2010’larda kentsel dönüşüme karşı sürdürdükleri mücadeleyi anlatmıştı genç kadın. Restorasyonlar çoğunu da beğenmiyordu.  Bir eskici, bir de Bazen Açık Dükkan’ın sahibi hanım da onlarla oturmuştu.

Pıt Pıt… guuu…

Bir süre sessiz camdan bakınca yukarısı yine hareketlenmişti. Kesin emindi artık sesler tavan arasından geliyordu. Oraya henüz çıkmamıştı Deniz, kapısı da kilitliydi ama bu seslerin kaynağını da bulamazsa çıldıracaktı.

Tavan arasının yüzyıllık merdivenleri gıcırdadı. Paslı anahtar zor döndürdü kilidi, lamba da yanmadı… Telefonunun ışığında göz gezdirirken tavan arasına… Bir manken gördü, yan yatmış… Şapkalar vardı, iki Golden Horn teneke bisküvi kutusu gördü, tahta bir bavulun üstünde de iki çift göz… İrkildi önce, gözlerin sahipleri de gıık guuk diyerek ona bakmasınlar mı… İki beyaz, paçalı güvercin.  Bakıştılar öylece, teneke kutuları alıp yavaşça indi aşağıya Deniz.

Kafede yeni arkadaşına anlattı Güvercinleri.  Kuşçu Mehmet’in güvercinlerindendir onlar, Molla Aşkında bir terasta besliyor onlarca güvercin, haber vereyim gelsin alsın istersen, dedi Çiğdem.

Gürültüsüne alışırım evde yalnız değilim artık, koruyucu meleklerim onlar, dedi Deniz.

Sonra teneke kutuları açtılar özenle, ilkinden bir iki anahtar, düğmeler, eski paralar çıktı.

İkinci Golden Horn bisküvi kutusundan ise siyah beyaz resimler…

“Yuvakimyon lisesi öğrencisi kızlar bunlar. Kaç senenin resimleri. Öğretmen miydi senin evin sahibi?”

Resimlere tek tek baktılar kahve içerken. Bir resimde on kadar kız paskalya kıyafetleriyle öğretmenleri ile poz vermişti. Deniz, büyük teyzesi Aleksandrayı tanıdı…

Saçlarını örmüş, üniforması ile gencecik Aleksandra gülümsüyordu ona.

Akşam yeni bulduğu fotoğrafı da etajerin üzerine koydu. 

Kalacağım Aleksandra, burada ve geçmişin bütün parçalarını bulup bu boz yapı tamamlayacağım.

Işın Güner Tuzcular