Geniş odada çok az eşya vardı, iki eski berjer koltuk, bir çekyat, ayağı aksak, kurtların kemirdiği oymalı ceviz masa, birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan üç sandalye, yıpranmış kitapların gelişi güzel konulduğu iki raf, bir tüplü televizyon.

Baş köşede ise pırıl pırıl, son moda, pahalı gri renkli bir buzdolabı, hani o reklamlarda boy gösteren, derin dondurucusu geniş, azametli.

Odaya girdiğimden beri nefes almadan konuşmuştu, yıllar sonra hatırlanmak mı, yalnızlığının gizli imdat çığlıkları mıydı bu gevezelik?

70 yaşlarında ince bir kadındı, geçmişin görkemi oturuşu, duruşu, yürüyüşünde saklı.

Gözlerine çektiği kuyruklu far, diva topuzu, sandıktan yıllar sonra çıkmış yünlü mor elbisenin kıvrımlarından yükselen naftalin kokusu…

Bastonuna yaslanıp, bir şeyler hazırlamak için mutfağa gitti, soğuk limonata, çikolatalı bisküvi getirdi. Salondaki buzdolabına niye koymamıştı ki limonatayı?

Aşkla şarkı söylerdim ben, dedi.

Hiç fotoğraf, plak, müzik aleti yoktu odada, şaşırarak fark ettim.

Gitar çalamıyorum artık, dedi. Bakışlarımın boş odada dolaşmasının nedenini anlamıştı. Şarkı da söylemiyorum. O kadını, aşkla şarkı söyleyeni gömdüm, Ihlamur ağacının altına.

Kahkahası çın çın çınladı boş odada.

– Plakları gömdüm canım, fotoğrafları… gençliği, şarkıları.

Buraya yerleşmeyi Macit çok istemişti, kentten ayrılmayı, ben kent kadınıydım o zamanlar, mümkünü yok ayrılamam İstanbul’dan, boğazdan, İstiklal’deki kalabalıktan, Harbiye Açık Hava tiyatrosundaki konserlerden, demiştim.  Bir iki yıl yazları burada, kışları şehirde geçirdim, gittim geldim.

Macit Gençten meşhur, çok satan bir polisiye yazarıydı daha doğrusu cinayet yazarıydı. 3. Sayfa cinayetlerini araştırır, sansasyonel, magazinsel yönlerini ön plana çıkararak yazardı. Naif aşk şarkıcılarının bestecisi ve şarkıcısı Melek Deren ile evlenmesi de çok konuşulmuştu, dillere destan aşkları, çılgın eğlenceleri, dehşet kavgaları sürekli magazin basının baş köşesindeydiler.

Sonra aniden Macit Gençten kaybolmuştu, katıldığı bir televizyon programının ardından eve dönmemiş, sırra kadem basmıştı. Yazdığı kitaplardaki gibi bir cinayete mi kurban gitmişti? Aynı gece gazino programı sonrası kaybolan ünlü trans dansöz Okşan ile Macit beyin kaybolması da birleştirilince magazin basını günlerce Melek Deren’in evinin önünden ayrılmamıştı.

Ben soramadan Melek Hanım anlatmaya başladı:

Hiç unutmam kaybolduğu gece kocaman bir dolunay vardı, kanlı bir ay… Kaçtım basından bu eve sığındım, o kış dönmedim Tarabya’ya, köşküme.  Bestelerim hüzünlenmiş, şarkılarım ağıtlara dönüşmüştü. Plaklarım satmamaya başladı, halk beni romantik şarkılarla seviyordu. Macit giderken beni de götürmüştü yanında. O olaydan arta kalan Melek’in huzursuz ruhu kimseyi ilgilendirmiyordu. Müziği bıraktım.

– Sonrası bir daha dönmediniz mi İstanbul’a, yalnız nasıl yaşadınız burada?

Her sabah uzun uzun yürür, kaderle konuşurdum, niye beni terk etmişti Macit anlayamamıştım. Peri masalım kabusa dönüşmüştü. Kırgındım ona. Niye gitmişti? Günlerce, aylarca bu soruyu sordum durdum. Sonra bir sabah yürüyüşten dönerken yolda onu gördüm.  Miniminnacık bir siyam, aç, korkmuş.  Eve aldım, sevgimi ona verdim. ” Bir hayvanı severseniz o da sizi sever. Eğer bir insanı severseniz, onu bilmiyorum işte ne yapacağı belli olmaz.” Günlerce gecelerce ona uyacak bir isim düşündüm, Ne demiş şair, Kedileri Adlandırmak zor meseledir, tatil oyunlarınızdan biri kesinlikle değildir;

– Ne koydunuz adını?

Yine kahkaha attı

– Munkustrap, Quaxo, ya da Coricopat değil merak etme, Amon. Tanrım benim Amon…

Fotoğraf çekelim mi? İnstagrama atarım, Amon’uda çağırsanız, kucağınızda ne hoş bir görüntü olur.

Bu halimi görmesin hayranlarım, dedi, Amon’da uyuyor.

Sesi, tavrı değişmişti, hırçın hatta nevrotik bir ruh haline girmişti. Yavaş yavaş söyleşiyi bitirip, izin alıp gitse miydim, yolum da uzundu ancak tereddüt etsem de sormak zorundaydım,

– Kocanız ve Okşan hanımdan kalanlar Tarabya’daki yalının müştemilatında derin dondurucu da bulundular. Çok sarsıcı olmalı sizin için.

O yalıya yıllar var ki gitmedim ben, Amon ile buradaydık biz bunca sene dedi, boynundaki gümüş kolye ile oynuyordu sürekli. 

Aniden kalktı, limonata tazelemek için mutfağa gitti.

Etrafa dikkatle baktım, temiz bir ev değildi ama hiç tüy yoktu, kedi olduğuna dair ufak bir eşya bir mama kabı da yoktu.

Gereksiz bir meraktı benimki, odadaki o sessizlik belki de aç, aç diye kulağıma fısıldadı bilemiyorum, aniden oturduğum berger koltuktan kalkıp, yepyeni, havalı buzdolabının derin dondurucusunu açıverdim.

Kızgın gözler hipnotize etti beni, sert gözler…  Bir tanrının gözleri.

Tiz çığlıkla başımı çevirdim, kristal limonata bardağının yıpranmış parkelere çarpıp, bin parçaya bölünmesini çaresiz izlerken onun gözleri de bomboş birer kara deliğe dönmüştü.

Merak sadece kedileri mi öldürür?