Artık buradan ayrılma zamanıydı. Beni uğurlamaya gelen kalabalığın arasındaki cılız bir sokak çocuğu, etrafımdaki çiçek bahçesini işaret ediyordu. İsteğinin muhatabı ben olduğumdan başımı hafifçe sallayarak onay verdim. Bu çiçekleri, gelecek olan yeni ziyaretçilerime satacaktı.

Kederli kalabalığın ortasında ambulansı beklemeye başladım. Biraz sonra beni bir sedye yardımı ile ambulansa bindirecekler ve iyi etmeye götüreceklerdi. Oldukça dayanıklı çıkmıştım, seksen sekiz gündür açlık grevindeydim ve hâlâ hayattaydım.

Bugünden sonra hayatımın nasıl devam edeceği ile ilgilenmiyordum ya da böyle bir eyleme kalkışmadan önceki hayatımın nasıl olduğu ile.

Sadece ölümünden iki gün önce, Salih ile yaptığımız o uzun sohbete odaklanmıştım. Birbirimize söylediğimiz her bir sözcüğü ileride unutmamak için zihnimde yineleyip duruyordum. “Artık sağlıklı düşünemiyoruz’’ demişti Salih, “aklımız bize oyun oynuyor ki bu süreçte çok doğal, kelimelere dökülmeden uçup gidiyor pek çok düşüncemiz.” Zorlanarak, duraksayarak konuşuyordu. Dipsiz kuyudan ağır su kovasını paslı çıkrıkla çeken yaşlı bir çift kolu anımsıyordum o konuşurken. Anneannemin kollarıydı bunlar. Konuşurken bana bu kolları hatırlatan adama âşıktım.

Yan yana uzanmıştık, çiçekler içinde, bizi ziyarete gelmiş kederli kalabalığın arasında.

Kulağıma doğru eğilip fısıldamıştı; “Bak, buradaki herkes öteki”

Yeni bir kelime “öteki”. Son zamanlarda fazlaca kullanır olduk. İkimizin de bu konuyu ele alış biçimi farklıydı. Çünkü hayatlarımız aynı değildi. En başta ben kadın olarak daha acı deneyimlere sahiptim. Asi, uzlaşmasız, isyankâr ve saldırgan olabiliyordum. Umutsuzluk ve inançsızlığın karanlık dehlizlerinde dolanıyordum çoğunlukla. O, daha neşeli, umutlu, hayata fazlaca asılan biriydi. Zaten açlık grevi boyunca haklı olduğumuzu ve bunun bir anlamı olduğunu, diğerlerine önder olacağımızı anlatıp durmuştu. Her bir ziyaretçiyi evine gelen misafire gösterilen özenle karşılamıştı. Geleceğe dair durmaksızın çoğalttığı umut sözcükleri ile hayatımıza çöken keder bulutlarını üflemeye çalışan rüzgâr tanrısı gibiydi.

Şimdi düşünüyorum da, o gün bana çok uzun gelen sohbetimiz aslında normal koşullarda beş, bilemedin on dakika sürerdi. Açlıktan bitap düşmüş bir haldeydik. Ölümün kıyısında gezindiğimizi umursamadan zihnimizdeki düşünceleri –belki de son düşünceleri- paylaşmaya çabalıyorduk. Ancak böyle var olduğumuzun, yaşadığımızın, insan olduğumuzun ayırdına varabiliyorduk. Bir ara saatlerce sohbet etmenin yorgunluğunu ile sevdalı bakıştık. Konuşulacak her şeyi konuşmuş olduğumuzu düşünüyorduk. Sonra Salih, sınıfta öğrencilerine ders anlattığı zamanlardaki gibi konuşmaya başladı. Kederli kalabalığın arasında, çiçekler içinde, yan yana uzanmaya devam ediyorduk. Fakat artık sevda ile bakan gözlerimi görmüyor, söylediklerimi duymuyor gibiydi. Çok özlediği genç öğrencilerini düşlüyor, onlara anlatıyordu, “öteki” olma halini.

“İlk kez “öteki” olduğunuzun farkına vardığınız anda şaşkınlaşırsınız. Mahallede topunuzun peşinde neşe ile koşturduğunuz günlerden birinde, topunuz yan bahçeye kaçıverir ve bahçenin sahibi topunuzu elindeki bıçak ile patlatır. O günden sonra artık hiç unutmaz, top-bahçe-bıçak ilişkisi üzerine defalarca, farklı şekillerde düşünürsünüz, en çok o bıçağın hâlihazırda bulunması ürkütücü gelir size.

Yavaş yavaş “öteki” olmaya başlamışınızdır. Evde, sokakta, okulda, iş yerinizde aklınıza gelebilecek her yerde tıpkı bir vebalı, damgalı bir mahkûm gibi ayırt edilirsiniz. Belki görünür bir engeliniz vardır, onun yüzünden sanırsınız, belki de yoktur, yine de fark edilir onlara benzemeyişiniz. Paniklersiniz. Şanslı iseniz, zamanla bu şaşkınlık ve panik hali kaybolur. Yerini kabullenmeye bırakır, işte o anda öğrenmiş olursunuz sizin gibi öteki olanları tanımayı. Bir bakış, bir söz, bir gülüş ele verir onları, tıpkı sizi ele verdiği gibi. Bu en mutlu olduğunuz andır. Birbirinizi bulmuşsunuzdur, bir araya gelirsiziniz, tıpkı bir araya toplanmış gıdaklayan tavuklar gibi…”

Bugüne kadar bulduğum tek öteki Salih’ti. Açlık grevine birlikte karar vermiş olsak da, bu işin sonunda kazanacağımız bir şey olmadığını düşünmeye başlamıştım. Bizimki dünyaya kafa tutma çabasıydı, son kez cılız bir başkaldırı. Hele bu saatten sonra taleplerimizin kabul edilmesini zerrece umursamıyorum. Seksen altı gün sonunda dünyanın bizi iplemediğini yeniden öğrenmiştim, hepsi bu kadar.

Bunları ona da söyledim. O ise, son bir gayretle ruhumu iyi etmeye çabaladı. “Bak etrafına tüm bu ziyaretçiler senin ve benim yalnız olmadığımızı haykırıyor.’’ dedi.

“Hayır, onlar seyredenler. Seyretmeye de devam ediyorlar. Başka bir çıkış yolu olmalı, üstelik sağlığın giderek kötüleşiyor, eylemi bitirelim artık.”

“Bir iki güne kadar taleplerimizi kabul edecekler, inan bana. Topumuzu alacağız, kaldığımız yerden oyunumuza devam edeceğiz. Fakat kalabalık bir oyun olacak bu kez. Belki bir mahalle takımı bile kurabiliriz.”

“Yanılıyorsun Salih, sadece sen ve ben topumuzu alıp oyuna devam edebilmek için bıçağın önüne atıldık. Diğerleri, olanları sessizce seyreden hayaletler.”

“Deme öyle, haklarımızı kazanana kadar eyleme devam edeceğiz. Diğer ötekilere umut ışığı olacağız.”

Sanırım bunlar son diyaloğumuzdu, daha sonra yine öğrencilerine ders verir gibi hayata dair konuşmalarına devam etti. Sözleri anlaşılamıyordu, boğuk, kesik, mırıltılar halinde son buldu…

Cenazesine gidemesem de gelen ziyaretçiler bugüne kadar görülmemiş bir kalabalık eşliğinde defnedildiğini anlattılar. O istediği için açlık grevine devam ettim, ölümünden iki gün sonra taleplerimiz kabul edildi. Fakat ben seksen sekiz gün önceki ben değildim. Bizi yok sayan, hatta ölmemizi isteyen çoğunluğun arasına hiçbir şey olmamış gibi karışamayacaktım.

Ayşenur Baran Turan