Okuyucular, Amerikan Edebiyatının Önemli isminin farklı yönüyle karşılaşıyor.

Yazan: Paul Elie – The New Yorker

June 15, 2020

1943 yazında, on sekiz yaşındaki Mary Flannery O’Connor, Kuzeye seyahat etti.   Georgia’da büyürken, çocukluğunu Savannah’da geçirmiş ve liseyi Milledgeville’de okumuştu, kendisini yazar ve ressam olarak hayal ederdi hep. “Çocuklara göre çok anlaşılmaz ve büyükler için basit” resimli kitaplar yaratırdı, şiirlerinin “M. F. O’Connor’ın Paha biçilmez Eserleri” adı altında derlemişti; karikatürler çizip dergilere gönderiyordu ve  hobisinin “ret notları toplamak” olduğunu belirtiyordu.

Kuzeyde iki kuzeniyle Manhattan’ı dolaştılar: Chinatown, St. Patrick Katedrali ve Columbia Üniversitesi… Sonra Massachusetts’e gittiler ve kuzeninin öğrenci olduğu Radcliffe’i ziyaret ettiler. O’Connor her iki okulu da sevmedi, annesine yazdığı mektuplarda ve kartpostallarda okullara ilişkin duygularını açıkça belli etti. (Babası iki yıl önce ölmüştü.) Kuzey okullarını beğenmediğinden, Milledgeville’e geri döndü ve eyalet kadın kolejde okudu.  1945’te Kuzeye ikinci gezisini gerçekleştirdi, ön adı Mary’yi kaldırdı (“İrlandalı bir çamaşırcı” intibası bırakıyordu) ve Flannery O’Connor olarak Iowa Yazarlar Atölyesi’ne kaydoldu.

Yirmi yıldan kısa bir süre sonra Milledgeville’de lupustan vefat etti. Otuz dokuz yaşındaydı, iki roman ve bir öykü kitabı yayınlamıştı. Times’daki kısa ölüm ilanında, “Ulusun en umut verici yazarlarından biri” olarak nitelendirildi.  O dönemde okurlarından bazıları onu “Mahalli bir yazar” olarak görmezlikten geliyor; çoğu kadın olduğunu bilmiyordu.

Flannery O’Connor’ın kim olduğunu hâlâ tam olarak bilmiyoruz. Yaşam öyküsü yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor: 1969’da denemeler, 1979’da mektuplar, 2012’de Emory Üniversitesi’ne verilen şahsi eşyaları arasından ortaya çıkarılıp yayına hazırlanan “Dua Günlüğü” basıldı.   Iowa’daki zamanından inanç ve kurgu üzerine yazılar günlüğü oluşturuyor. Yazıları bulundukça, okundukça sanatçının portresini derinleştiriyor ve ününü daha da büyüyor. Güneyliler, kadınlar, Katolikler ve MFA programı eğitmenleri artık ona bağlılıkla yaklaşıyorlar. Biz ona Flannery diyoruz; Onu, Milledgeville yakınlarındaki çiftlik evinin, lupus nedeniyle merdiven çıkmadığından, zemin katına daktilo başında oturan yaşlı, edebi bir aziz olarak hatırlıyoruz.

O’Connor artık Faulkner ve Welty kadar kanonik. Harika bir yazardan daha fazlası, kültürel bir figür: tavus kuşlarının arasına, “uçan payandalara” benzettiği koltuk değnekleriyle, hasır şapkalı komik bir kadın.  Çiftlik evine turlar düzenleniyor; pullarda resmi var.

 Daha önce yayınlanmamış yazışmalardan oluşan yakın tarihli bir kitap, “Nasıradan İyi Şeyler” ve “Flannery: Georgia’dan Yazarın Öykülü Yaşamı” adlı bir belgesel, onu edebi merkeze yerleştirdi. Ancak bazı eleştiriler de yok değil.  1943’te kuzeyden eve gönderdiği mektuplar ve kartpostallar 2014’te araştırmacıların kullanımına sunuldu ve bu yazışmaları, O’Connor’ı bağnaz bir genç kadın olarak gösteriyor. Massachusetts’te, kuzeninin sınıfında bir Afrikalı-Amerikalı öğrencinin varlığından rahatsız olmuş; Manhattan’da, renkli insanların yanına oturmak zorunda kalmamak için metroda iki kuzeninin arasına oturmuş. Columbia’da yan yana oturan ve aynı tuvaletleri kullanan beyaz öğrencilerle siyah öğrencilerin görüntüsü onu iğrendirmiş.

Bir yazarı gençliğine göre yargılamak adil değildir. Ancak, hayatının diğer evrelerinde de, mektuplarında, şakalarda, imalarda “zenci” kelimesinin sürekli kullanımında bağnazlık alışkanlığını devam ettiğini de gözlemledik. Yarım yüzyıl boyunca, bu ayrıntılar görmezden gelindi, editörler tarafından metinler düzeltildi ve edebi kritikler sanki böyle ifadeler yokmuş gibi davrandı, O’Connor’ı kendisinden kurtarmak için herkes olağanüstü gayret gösterdi.  Kaba, şovenist mektupları özlü şiiriyle çelişen Philip Larkin’ in aleyhine yazılan eleştiriler gibi O’connor için de eleştiri yapılsın demiyoruz ama hikayeleri kadar sevilen bir yazarın imajını da doğru korumalıyız.

Yazılarıyla ona duyulan sevgiyi hak ediyor. O’Connor’ın kurgusu, yüzyıl ortası mitlerini hissettiren senaryolarla doludur: bir sinema salonunun önünde Mesihsiz Kilise müjdesini vaaz eden bir Evangelist; yol kenarında firari bir mahkûm tarafından vurulan bir büyükanne; Samanlıkta bir dişi “interleckshul”u* baştan çıkaran ve tahta bacağını tutan bir İncil satıcısı. Dövmeli eski bir denizcinin, püriten karısını, sırtına Mesih’in gerçek boyutunda yüzünü sırtına dövme yaptırmaya çalışan adamla ilgili 1964 tarihli geç hikayesi “Parker’s Back”, O’Connor’ın etkilerinin bir özetidir. Tuhaf bir isimlendirme (Obadiah Elihue Parker), açık sözlü karakterizasyon (“Yüzündeki cilt inceydi ve bir soğan derisi kadar gergindi ve gözleri iki buz kıracağı gibi gri ve keskindi”) keskin konuşma (“Bay Parker… Siz yürüyen bir sürgüsünüz!”). Aksiyonun hem komik hem de derin bir şekilde sona erme şekli ve bir denemede belirttiği gibi, “burada önemli olan bir şeyler oluyor” duygusu var. Parker’ın İsa’nın kutsal görüntüsünü derisinde hissetmek istediği için  kendini dövmecinin iğnesine teslim etmesi, dinin çekici-itici gücü nasıl da güçlü anlatıyor. İnsan derisi ve ten rengiyle ilgili çatışmalar…

O’Connor kendini bir romancı olarak tanımlardı, ancak günümüzde birçok okuyucu onun denemeleri ve mektuplarını daha çok beğeniyor ve çalışmalarının genişlemesinden ortaya çıkan temel gerçek, kurgusal olmayan yazılarının kurgusal olanlar kadar güçlü ve garip olduğudur. 1969’daki “Gizem ve Davranışlar” adlı deneme kitabı, hem yazma sanatı üzerine zekice bir el kitabı hem de dini sanatçılar için bir rehberdir; 1979 tarihli “Varlık Alışkanlığı” adlı mektup kitabı hem arkadaş canlısı hem de dikenli, zıt görüşlerle dolu bilgelik edebiyatı olarak başucu okumasıdır. Kitap olmaları O’Connor’ın tasarımının bir parçasıydı. Mektuplarının yayınlanması için kopyalarını çıkardı.  Lupus’un babasınınki gibi hayatını kısaltacağından korkarak, kurgusunun ölümünden sonra yorumlanmasını şekillendirmek için mektupları ve denemeleri kullandı.

Bu kitapların dışında kalan materyallerin çoğu da keskin ve özlüdür. İşte Iowa’dan yeni gelen O’Connor, bir yazma programının bir yazar için neler yapabileceği konusunda söyle yazmış:

Bu onu deneyimli yazarların ve edebiyat eleştirmenlerinin, genellikle kısa bir süre sonra yazmaya devam edip etmeyeceğini veya Diş Hekimliği Okulu’na hemen kaydolup kaydolmayacağını söyleyebilen insanların önüne koyabilir.

New York’taki yazarlar kolonisi Yaddo’nun yöneticisine 1948 tarihli bir mektuptan, Milledgeville’deki hayatı anlatıyor:

Son zamanlarda Ku Klux Klan tarafından bazı geçit törenlerine maruz kaldık. Grand Dragon ve Grand Cyclops Atlanta’dan gelmişlerdi ve her ikisi de Adliye Sarayı meydanında büyük konuşmalar yaparken, yüzlerce adam çarşafların içine damgasını vurup bağırıyordu. Ateşli bir haç yakmak için çok sıcak, bu yüzden elektrikli ampullerden yapılmış portatif bir tane getiriyorlar.

1956’da devlet adamı William Sessions ile ilk karşılaşmasında:

Tam saat 3: 30’da geldi, konuştu, çimlerin üzerinden konuştu, basamakları tırmandı ve bir sandalyeye oturdu ve bu pozisyondan 4:50’ye kadar duraksamadan, ara vermeden, nefes almadan veya yutkunmadan konuşmaya devam etti. 4:50’de Ayin’e (Perşembe Yükseliş) gitmek için ayrıldı ama sonra geri dönmek istediğini söyledi, bunun üzerine onu bizimle akşam yemeğine davet ettim. 5:50 onu geri getiriyor, hala konuşuyor ve yemeğe bir torba dondurma ve kek getirdi. Daha sonra akşam yemeğine kadar konuştu ama o sırada kendisi de konuşkan olan annem şeklinde küçük bir rüzgarla karşılaştı. Hikayelerinin kesintisiz bir kalitesi var, ancak arada sırada yakıt ikmali yapmak zorunda kalıyor ve her aşağı indiğinde, yukarı çıktı.

O’Connor’ın kurgusunu inceleyenler, karakterlerinin içsellik eksikliğinden rahatsız olabiliyorlar. Kurmaca olmayan metinlerin hayranları, eserindeki en canlı karakterin Flannery O’Connor olduğu fikrini söyleyerek bu sava katılmamaktadırlar.  Yazar üzerine yapılan yeni bir filmde Yönetmenler- Georgetown’da O’Connor üzerine bir kurs veren bir Cizvit rahip olan Mark Bosco ve Loyola University Chicago’da film dersi veren Elizabeth Coffman, yazarı bir karakter olarak ustaca tanıtıyor. Çok çeşitli arşiv materyallerinden ve belgesel efektlerinden yararlanıyorlar. Aktris Mary Steenburgen mektuplardan pasajlar okuyor; O’Connor’ın “işitme güçlüğü çekenlere bağırırsınız ve neredeyse kör olanlar için büyük ve şaşırtıcı figürler çizersiniz” şeklindeki özdeyişi göz önünde bulundurularak birkaç hikâye canlandırılmış. John Huston’ın Yaddo’da ve Connecticut’ta yaşadığı, lupusun başlamasından önce eve dönmeye zorlamadan önce yazdığı tekil ilk romanı “Bilge Kan”ın 1979 filminden bir klip var. O’Connor’ın âşık olduğu yayıncılık satış temsilcisi olan Erik Langkjaer, araba yolculuklarını anlatıyor. Alice Walker yolun karşısında bir yazarın yaşadığını bilmeden, gençliğinde yaşadığı çiftlik evindeki günlerini anlatıyor: “Kardeşlerimden biriydi, evinden kasabadaki mandıraya süt götürmüştü. Milledgeville’e girdiğimizde, tepenin yamacında kasabaya girerken gördüğümüz inekler O’Connor’ların inekleriydi.

1955 Mayısında O’Connor, “A Good Man Is Hard to Find- İyi İnsan Bulmak Zor” adlı hikaye kitabını televizyonda tanıtmak için New York’a gitti. O’Connor’ın nadir görüntüleri belgesele ışık tutuyor. Kadife süslemeli siyah bir elbise içinde hareketsizce oturuyor; aksanı güçlü, tavrı emin. Ev sahibi, “Bir çiftlikte yaşadığınızı anlıyorum,” diye sorar. “Evet,” diyor. “Yine de sadece birinde yaşıyorum. Çiftliği pek görmüyorum. Ben bir yazarım ve sallanan sandalyeden çiftçilik yapıyorum.” Ona mahalli bir yazar olup olmadığını sorulur ve şöyle cevap verir:

Mahalli yazarlık kavramının üstesinden gelmek için çok fazla öz bilgiye sahip olmanız gerektiğini düşünüyorum. Bence kendini bilmek, bölgeni bilmektir ve aynı zamanda dünyayı bilmektir ve bir anlamda paradoksal olarak o dünyadan sürgün olmaktır. Böylece büyük bir kopukluk yaşarsınız.

Bu, yazarın çağrısının derin ve katı bir tanımıdır. Yazarın sanatını karakterinin inceliğine yerleştirir: daha büyük bir iyiliğe engel olan bir bakış açısının üstesinden gelme mücadelesi, ev konforunu bırakma. Ve tarafsızlığın yazarı yalnız ve ayrı bırakabileceğini kabul eder.

O’Connor, Iowa’da ve Connecticut’ta Avrupa kurgu ve felsefesini okumaya başlamıştı ve ayrıntılarıyla eski zamanlara ait olan çalışmaları çağdaş düşünceyle dolup taşıyor: Gabriel Marcel’in Hıristiyan varoluşçuluğu, Martin Buber’in “Tanrı’nın tutulması” anlayışı.” Bu çalışmalarda, kendisini “tuhaf bir şekilde modern bilince sahip bir Katolik” olarak gördü ve Güney’i “Mesih’in perili” olarak gördü.

Bütün bunlar, Kuzeyde Kıta Avrupası fikirleriyle beslenen ve daha sonra kısa ve acil bir çağrıda bulunmak için güneye dönen bir başka Gorgialı olan Martin Luther King, Jr. ile benzerlikler gösterebilir. Bu iki önemli şahsiyet, dört yıl arayla doğdular, Mukaddes Kitabın güncel olaylarla olan ilişkisini kavradılar ve dini siyahlarla beyazları birbirine bağlayan bir bağ olarak gördüler- 1960 tarihli ikinci romanı “The Violent Bear It Away”, siyah bir çiftçinin bağışlarıyla başlıyor. Beyaz bir vaiz, bir Hıristiyan cenazesi. O’Connor ve King, beyaz bir adamın annesinin çiftliğinde siyah işçilerle ahırda sigara içerek, eşitliği onaylamaya çalıştığı “The Enduring Chill” adlı hikayesinde olduğu gibi, gelenekleri alt üst eden jest için bir armağan paylaştılar.

O’Connor bir düzine eyalette ders verdi ve sık sık doktorlarını ziyaret etmek için Atlanta’ya gitti; değişen Güney’i bol bol gördü. Bu, 1961 tarihli “Yükselen Her Şey Birleşmeli” öyküsünden açıkça anlaşılmaktadır. (Başlık, dünyayı bir tür yukarı doğru sarmal içinde insan faaliyetleri tarafından yavaş yavaş “tanrılaştırıldığını” gören Fransız Cizvit Pierre Teilhard de Chardin tarafından geliştirilen bir teze atıfta bulunuyor.) Üniversiteden sonra evde yaşayan beyaz bir adam, annesini yanına alıyor. Yeni entegre edilmiş bir şehir içi otobüste (siyahlar ve beyazların beraber oturduğu) “sınıfı düşürme”. Afrikalı-Amerikalı bir kadının, kendi annesinin giydiği şapkanın aynı stilini giydiğini görmek, genç adamı onları birleştiren her şeyi düşünmeye sevk eder. Kadının yanında zenci bir çocuğun görüntüsü, annesini çocuğa bir hediye vermesine yol açar: Lincoln’ün profili olan bir peni. Bundan sonra işler sarpa saracaktır…

Hikâye “En İyi Amerikan Kısa Öyküleri”nde yayınlandı ve 1963’te O. Henry Ödülü’nü kazandı. O’connor, Mayıs 1964’te Tennessee’de doğan, New York’ta yaşayan ve medeni hakları savunan oyun yazarı olan arkadaşı Maryat Lee’ye şunları yazmıştı:

Zenciler hakkında, sevmediğim türden felsefeci kehanette bulunan, ahkam kesen türden, James Baldwin türü. Çok cahil ama asla susmaz. Baldwin bize Harlem’de bir zenci olmanın nasıl bir his olduğunu anlatabilir ama diğer her şeyi de anlatmaya çalışır. M. L. King’in büyük bir aziz olduğunu düşünmüyorum ama en azından yapabileceğini ve yapması gerekeni yapıyor. Ossie Davis hakkında ondan hoşlandığın dışında hiçbir şey bilmiyorum ama muhtemelen hepsini seviyorsun. Benim sorum genellikle bu kişi beyazsa ona katlanılabilir mi?  Baldwin beyaz olsaydı kimse ona bir dakika bile tahammül edemezdi. Cassius Clay’i tercih ederim. “Odaya bir kaplan seninle girerse,” diyor Cassius, “ve sen gidersen, bu kaplandan nefret ettiğin anlamına gelmez. Sadece senin ve onun anlaşamayacağını bildiğin anlamına gelir. Nefret hakkında çok fazla konuşma.” Cassius Müslümanlar için fazla iyidir.

“Varolmanın Alışkanlığı”nda yayınlanan bu pasaj O’Connor şöyle yazmış:

Hayır, James Baldwin’i Georgia’da göremiyorum. En büyük belaya, kargaşaya ve parçalanmaya neden olur. New York’ta onunla tanışmak güzel olurdu; burada olmazdı. Beslendiğim toplumun geleneklerini gözlemliyorum- bu sadece adil. Benim Georgia’da James Baldwin’i görmek için benim gibi bir katırın uçmasını bekleyebilirdim. Öykülerinden birini okudum ve güzeldi.

O’Connor severler bu sözleri önemsemiyor. Ama bunlar sıcak mikrofon anları veya boş konuşmalar değil. O’Connor’ın kurgusunu yazdığı aynı masada yazılmışlardı ve O’connor’a şöhret getiren mektuplarla yan yanaydılar. Hayranlar yazarın mektuplarını karakterini etkileyici bir şekilde ifade ediyor olarak desteklediler, ancak kötü kısımları dikkate almadılar.  

Geçen yıl, Fordham Üniversitesi, O’Connor’ın çiftlik evi gelirinden finanse edilen, yazar üzerine ırksal bakış hakkında bir sempozyuma ev sahipliği yaptı. Organizatör Angela Alaimo O’Donnell, malikane tarafından finanse edilen Katolik yazarlar hakkında bir dizi kitabın editörlüğünü yapıyor, O’Connor’ın çalışmalarından eserler yazdı, “Radikal Kararsızlık: Flannery O’Connor’da Irk üzerine” adlı kitabında.

Flannery ve ırkçılığı ele alıyor. O’Connor’ın çalışmasının “ırkçılığın hayaleti” etkisinde olduğunu öne sürerek, beyazlık çalışmaları ve eleştirel ırk teorisinin yanı sıra Toni Morrison’ın “Afrikalı ‘ötekileştirme'” fikrini de açıyor. ırkçı açıklamalar için bağlam sunan bilim adamları ile tartışıyorlar. O’Connor’ın ırk sorunu hakkında açık bir şekilde ıstırap çekmesine rağmen, O’Connor’ı “ırk hakkındaki yazılarında aşırıya kaçan”, ifadeleri olduğunu ancak bu ifadelerin dönemin sosyal yaşantısından kaynaklandığını ve yazarın kontrolünde olmadığını savunuldu.

O’donnel’e göre O’Connor yaşadığı yerin ve zamanın yazarıydı ve sınırlamaları “onu yetiştiren kültür” ile ilgiliydi. Hastalık yüzünden Georgia’ya geri dönmeye zorlandığında, beyazların siyahlara karşı üstünlüğünü koruyan “Güney görgü kuralları” ağına tutsak edildi, ancak kurgusunun kodlarını incelediğimizde yazışmalarında ırkçı sıfatları dikkatsizce kullanmasına rağmen, kurguda ırkçılık sorununu cesurca ele almış, beyaz karakterleri acımasızca betimlemiş ve “dokunulmaz bir mahremiyeti koruyan” dik başlı siyah karakterler yaratmış olduğunu görüyoruz.

O’donnel, yazarımızın ırkçı tarihin bir ürünü olarak gören ve herkes kadar bu tarih tarafından ezildiğini öne sürüyor. O’Connor’ la hemen hemen aynı dönemde yaşamış yazarlar Gabriel García Márquez (1927), Maya Angelou (1928), Ursula K. Le Guin (1929), Tom Wolfe (1930) ve Derek Walcott (1930) de yaşadığı dönemin sosyal tarihin izlerini taşıyan metinler yazdılar. Georgia beyaz ırkçılığın her şeyi kapsayıcı olduğunu ve (O’Donnell’in işaret ettiği gibi) Georgia’nın daha önceye kıyasla dramatik bir şekilde değişmesine rağmen, ırksal söylemlerde herhangi bir muhalefetle karşılaşmadığını da gösteriyor. Tarafsızlığa değer veren bir dahi olan O’Connor’ın kendi başına düşünmek için özgür iradeden yoksun olduğunu da düşünülüyor.

1931’de Ohio’da doğan ve on iki yaşında Katolik olan Toni Morrison. 1992’de “Playing in the Dark: Whiteness and the Literary Imagination”ı yayınladı. Beyaz bir yazar tarafından “Afrikacı bir kişiliğin üretilmesi”, “düşünümseldir: benlik üzerine olağanüstü bir meditasyon; yazar bilincinde bulunan korkuların ve arzuların güçlü bir keşfi.” Morrison’a atıfta bulunan O’Donnell, O’Connor’ın kurgusunun temelde kendi ırkçılığının bir çalışması olduğunu ve mektuplardaki rahatsız edici sözlerin “bize söyle. “ O’Connor, ırkçılık biçimindeki kötülüğü, onu uygulayan biri olarak içeriden anladığını söyledi.”

Bu sav için güçlü bir kanıt, 1963’ün sonlarında kaleme alınan “Vahiy”dir. Bu olağanüstü hikaye, orta yaşta beyaz bir Güneyli, bir mandıra sahibi olan Ruby Turpin’nine,  doktorun bekleme odasında Wellesley’de eğitim görmüş bir gençle karşılaşmasını anlatır. Turpin’in oradaki insanlara karşı küçümseyici tavrından o kadar iğrenen ki, “Geldiğin yere cehenneme dön, seni yaşlı siğil domuzu.” Diyen genç, Turpin’i mülkü üzerinde bir domuz ağılını incelerken Tanrı’yla tartışmaya teşvik eder ve Turpin’in gözünde ahirete dair muhteşem bir nihai görüntü ortaya çıkarır- göğe doğru giden kırsal Güney halkı. Bazıları bu “vizyonun” yazarı ırkçılıktan kurtardığını söylüyor. Brad Gooch, 2009 biyografisinde, bunu Martin Luther King, Jr.’ın 1963 Ağustos’unda dile getirdiği rüyaya benzetiyor; O’Donnell, mektuplardaki bir yoruma dayanarak, “O’Connor’ın hayatının büyük bölümünde her gün Tanrı’dan zorla aldığı bir vizyon” olarak tasvir ediyor.  King’in “Bir Rüyam Var” konuşmasına benzer olduğunu savunuyor. Yazarın bilincinde bulunan korku ve arzuların keşfidir bu hikâye. King’in vizyonunda zamanın sonunda el ele tutuşan siyahlar ve beyazlar vardı; Buna karşın Turpin’in vizyonu, insanların ırk ve sınıflara ayrılmış, eşit ama ayrı şekilde yürüdüklerini gösteriyor, Turpin gibi beyaz toprak sahiplerinin “beyaz cüppeler içindeki siyah zenci grupları ve Kurbağalar gibi bağıran, alkışlayan ve sıçrayan ucubeler ve deliler taburları…”

O’Connor, 1964’ün başlarında “Vahiy”i gözden geçirdikten sonra, Maryat Lee’ye birkaç mektup yazdı. Pek çok bilim adamı, mektuplarının (genellikle takma adlarla imzalanır) komik bir performans olduğunu, Lee’nin en üst düzey liberali ve O’Connor’ın muhafazakarı oynadığını iddia eder, ancak O’Connor’ın mektuplarında ırkla ilgili en önemli sözleri yer almaktadır. Lee açıkça samimi. 3 Mayıs 1964’te- Georgia Demokratı Richard Russell, Senato’da Medeni Haklar Yasası’nı engellemek için bir dolandırıcıya önderlik ederken – O’Connor şimdi ilk kez yayınlanan bir pasajda pozisyonunu ortaya koydu: “Biliyorsun, ben’ Prensip olarak entegrasyoncuyum ve zaten zevk olarak bir ayrımcıyım. Zencileri sevmiyorum. Hepsi bana acı veriyor ve ne kadar çok görürsem, onları o kadar az seviyorum. Özellikle yeni tür.” Bundan iki hafta sonra, Lee’ye “felsefeci peygamberlik eden ahkam kesen türden” nefretini anlattı. Lupus tarafından perişan halde, Lee’ye hastaneye giriş yaptığını söyleyen bir not yazdı ve Mrs. Turpin diye imzaladı. On hafta sonra evde öldü.

Bu sözler, açıkça korunan ve zaman geçtikçe daha da yoğunlaşan bir görüşü gösteriyor. O’Connor onları yaptığında sakıncalıydılar. Ve yine de- tartışma devam ediyor – bunlar sadece aşırı uçlarda bir yazar tarafından geveze mektuplarda yapılan açıklamalar. Etkileyicidirler ancak temsili değildirler. Onun “kamusal davranışlı” (Ralph C. Wood’un dediği gibi) daha karmaşıktır ve bizim için önemi, onun ustaca karıştırılmış mesajlarında yatmaktadır, çünkü ırkçılık konusunda hiçbirimiz günahsız ve taş atacak durumda değiliz.

Ancak bu argüman tarihe ve O’Connor’ın onun içindeki yerine aykırıdır. “Zevkle ayrımcı” olanlar ile ayrımcılığın acımasızca ezilenleri arasında yanlış bir denklik kurar. Ve O’Connor’ın kurgusu ile ırkın söz konusu olduğu diğer yazıları arasında düzgün bir çizgi çiziyor, onu kenarlardan merkeze taşımaya yönelik uzun çaba, sanki o çizgi orada değilmiş gibi ilerlemiş olsa da. Bu sözler ne geçmişe ne Güneye ne de edebi efemeraya** ait değil. Yazarın çalışmasına aittirler; bize onun kim olduğunu göstermemize yardımcı oluyorlar.

Edebiyatta gelecek kuşaklara kimin nasıl iz bırakacağı bilinmez- Dickinson ve Melville’i Amerikan ilahiyatçıları olarak kutsayarak, T. S. Eliot’ı Missouri’li bir çocukluktan ve kötü bir evlilikten kaçan bir adam olarak yeniden konumlandırır. Gelecek nesiller Flannery O’Connor’ı okumayı istiyor: Bugün onun eserinin okuyucuları, hayatındaki okuyuculardan çok daha fazla. Ölümünden sonra, ırkçı pasajlar ayıklandı, bir sonraki neslin ırkçı söylemlerle karşılaşması engelledi ve onlardan kaçınmak mantıklı geldi. Şimdi, ırkçı bölümlerle doğrudan yüzleşme konusundaki isteksizlik, ona büyük bir yazarın hak ettiği ciddiyetle yaklaşmamızı engellemektedir.

Yazarın eserlerinden yola çıkan güzel bir çözüm var. Yönetmen Karin Coonrod, yirmi yıl boyunca O’Connor’ın hikayelerinin dramatik uyarlamalarını sahneledi. Her kelimeyi kullanır: anlatım, açıklama, diyalog, imgeler ve ırksal sıfatlar kullanılır. Çok ırklı oyuncu kadrosunun üyeleri, tam metni akıcı bir şekilde oyuncudan oyuncuya, karakterden karaktere aktarır, böylece yazarın sözleri, hepsi kendi sesinde ve başka seslerde de yankılanmakta.

22 Haziran 2020 sayısının basılı baskısında “Yükselen Her Şey” başlığıyla yayınlandı.

“interleckshul” Flannery O’connor’a özgü bir kelime Entelektüel kelimesi ile bir dalga geçiş

Efemera (İngilizceEphemeraTürkçeDağarca[1][2]), gündelik yaşama ait “ıvır zıvır” olarak nitelendirilebilecek kısa ömürlü küçük ve geçici belgeleri ifade eden bir tanımlamadır.

Çeviri: Işın Güner Tuzcular

Not : Flannery O’connor ile ilgili pazartesi 14’teki diğer yazım