Kabuslarla uyanıyorum, penceresiz, dar odada nefes alamıyorum. Saat kaç acaba?   

Bavulda bulduğum ilk giysileri üstüme geçiriyorum. Lacivert penye bir şort ve nar çiçeği şile bezi bluz.  Emre’den ayrılınca ani bir kararla seyahati online satın almış, sonrada Trendyol’a girip, şortlar, tişörtler ısmarlamıştım.  Yeni giysilerimin yaşanmışlıkları, hatıraları olmaması hoşuma gidiyor. Hayata bu Cruise’de başlıyormuşum hissi kısa bir süre için olsa da mutlu ediyor beni.

Asansör beklerken yanımdaki kadını süzüyorum çaktırmadan, sarışın, ince yaşsız biri, çok bakımlı, abartılı kolyesi ve küpeleri dikkatimi çekiyor, o kocaman kolye gerçek pırlanta olamaz değil mi? Ama kadında sahte bir şey kullanacak bir hava yok.

O da beni süzüyor. Hafifçe gülümsüyorum, asansör gelemedi bir türlü. Tam on beş katlı bu gemi.  Güverteden önceki ana aktivite katında beraber iniyoruz bayan pırlanta ile tekrar tepeden tırnağa süzüyor beni.  Tanıdı mı acaba? Türk’e de benzemiyor, tanımamıştır bence.  Emre asansörde, yolda insanların beni tanımasından, imza istemesinden nasıl da rahatsız olurdu. Bir gün herkes on beş dakikalığına meşhur olacak derdi, dudak bükerek. Kendi on beş dakikası bir türlü gelmediğinden, entelektüellik ardına sakladığı o hayal kırıklığını şimdi daha rahat görebiliyorum.

Gemi bir panayır yeri gibi.  Tüm mağazalar, restoranlar, kafeler, barlar açık. Hediyelik eşya dükkanının vitrinindeki Rolexler saatin sabaha karşı üç olduğunu gösteriyor. Zamansızlığın sarhoşluğunda her milletten insanlar içiyor, şarkı söylüyor, dans ediyorlar, spor yapıyorlar. Gece sineması, gazino, buz pistinde bile kayan var. 

Barlardan birine giriyorum. Yorgun barmenle bakışıyoruz, kim bilir kaç saattir hayatın tadını çıkarmak için ölesiye çaba harcayan turistlere içki veriyor. Bir bloody mary söylüyorum. İri yarı, Hawaii tişörtlü, orta yaşlı bir Arap çapkınca İngilizce bir iki kelime ediyor. Anlamıyormuş gibi yapıp içkimi hızla içip bardan çıkıyorum.  Güverteye doğru götürüyor adımlarım beni.   

Sonunda çılgın kalabalıktan uzaklaşabildim, havuz barlar kapalı, animatör yok, serin de hava. Şezlonglarda tek tük insanlar polar şallara sarılmış, sessizliğin keyfini çıkarıyor. “Gördüm deniz denilen o bin başlı ejderi” demiş ya şair, ben de başka yüzünü görüyorum denizin bu akşam.  Karanlık sularda, köpükler, iri iri dalgalar, devasa gemiye çarpıp patlayan. Gökyüzü açık, yıldızlar pırıl pırıl ama uzaklarda şimşekler çakıyor.  

“Selam”, neşeli tınılı bu erkek sesi ile şaşırarak dönüyorum, Çağatay gülerek bana bakıyor. Sen de uyuyamamışsın diyor, Bingo’da yanıma gelip hayranınızım dediği zaman gibi yüzüm kızarıyor, ter basıyor, kelimeleri zor buluyorum.

Asıl ben sizin hayranınızım demiştim kekeleyerek.  Eski bir manken, sunuculuk yapmış, birkaç film de çevirmişti, genç kızlığıma geri dönüyorum sanki onunla burada konuşurken, ne hayrandım ona. Posterini odama asmıştım. Yıllar yüzüne çizgiler eklemiş olsa da hala yakışıklı.

 Şezlonglara oturup, sohbet etmeye başlıyoruz.  Bayan Pırlanta, salınarak bize doğru yürüyor.

-Pırlantalar gerçek olmaz değil mi? diye fısıldıyorum.

-Tanımadın mı? Serra Altınışık o, Storks İstanbul temsilcisi, tabii ki gerçek.

Çağatay’ın da Bingo akşamı pahalı İsviçre saat mümessili olduğunu söylediği geliyor aklıma, mücevher dünyasına yabancı olmaması normal, benim dünyamın o kadar dışında ki.

Tarihçiyim aslında ben, Hitit uzmanıyım. Yıllarca kazılarda, müzelerde antik kralların, kraliçelerin, Tanrıların yaşamına gömülü yaşadıktan sonra onları anlatan kurgu romanlar yazmaya başlamıştım, Bir romanım Netflix dizisi yapılınca aniden çok satan yazar oluverdim işte. Son kitabım da elli baskı yapınca  hep istediğim tatili satın aldım, aldım da hala ruhum külkedisi…

-Çağatay inanamıyorum sen de mi gemidesin? Ne güzel,

Sonra bana dönüyor, Beliz diyorum elimi uzatırken.

-Beliz Yazıcı, röportajınızı izlemiştim,  asansörde simanız hiç yabancı gelmemişti tabii ya. Neşalılar dizisine bayılmıştım, romanınızı da aldım, akşamları yatmadan okuyorum.

Yanımıza oturuyor. Oradan, buradan konuşmaya başlıyoruz. Gitmediği yer kalmamış ikisinin de, Serra Hanım genelde deniz seyahati sevdiğini söylüyor.  

Çok iri bir dalga gemiyi sallıyor istemsiz bir çığlık çıkıyor ağzımdan

Bir gezgin olarak güvenle beni teselli ediyor;

“Yaz ortası bir şey olmaz, hem yarın öğleden sonra Victoria’ya demir atacağız”

Dubai aktarmalı Maritus’a uçmuş, oradan gemiye binmiştim ve iki gündür denizdeydik, kara görmeye can atıyordum.

“İki koca gün denizde olmak zormuş,” diyorum.

Gülüyor Çağatay, enerjik neşeli bir adam.    

– Bir oyun oynayalım mı?

– Oyun?

– Birer şişeye adlarımızı, gemiyi, telefonlarımızı yazalım denize atalım, bakalım kim bulacak?

– Kaybolur gider o şişeler bu dalgalarda,diyor Serra Hanım.

Çağatay bana göz kırpıyor;

-1800’lerde hazine arayan Japon denizcilerin fırtınada tekneleri batmış, ıssız bir adaya çıkmışlar, adada su, yiyecek pek yok.  Denizcilerden biri ölmeden önce hikayesini Hindistan cevizi ağacı yapraklarına kazıyıp, şişeye koymuş, okyanusa fırlatmış. Yıllar sonra 1930’larda o şişe Japon denizcinin doğduğu köye ulaşmış. Hikayesini herkes okumuş.

Tarihçi ben miyim sen mi, diye espri yapsam da dokunuyor hikâye bana. Köyde gemiciyi bekleyen kadını düşünüyorum, her gün sahile giden, haber bekleyen.

-Neden onca yıl sonra?  Diyor Serra Hanım.

-Denizin zamanı ile bizim zamanımız farklıdır belki de… diye cevap veriyorum ve devam ediyorum

-Bu gemide zaman durmuş gibi, zaman ve mekân algımı tamamen kaybettim.

Çağatay’a Japonların hikayesini nereden bildiğini soruyorum.

Denize atılan şişelerle ilgili her şeyi okurum. Her seyahatimde de bir şişe atarım denize.

-Hiç bulup seni arayan oldu mu?

-Henüz değil, ama umutla bekliyorum. Başka hikayeler anlatayım mı? Örneğin Titanik’ten atılan şişeler…

-Duymak istemiyorum onları… Kazalar, ölümler… diyor Serra Hanım, sesi olağandan yüksek. Kalkıyor şezlongdan hadi, ‘şişe arayalım, kendi hikayemizi yaratalım.’  

Muzip bir çocuk gibi, neşesi, enerjisi bize de geçiyor.

Şişe bulmak için aşağıya bara gidiyoruz, kokteyller söyleniyor, kırk yıllık arkadaşlar gibi gülüşüyoruz. Serra Hanım artık Serra olmuş, o da şekerim diyor. Eski tedirginliğim yok, onların dünyasına uyum sağlamış gibiyim. İçimden bir ses dikkat et kül kedisi diyor, aldırmıyor içiyorum. Serra özenle seçiyor şişeleri. Bana Citadelle Martini şişesi uzatıyor.

Elimde şişe, düşünürken büyük bir dalga yine sarsıyor gemiyi.. Ürperiyorum. Kalem sanki kendi yazıyor

Bir çığlık düştü karanlıklardan ıssız denize

Serra’ya telefon geliyor, telaşla asansöre koşturuyor. 


Çağatay’la sohbete kaldığımız yerden devam ediyoruz, içmeye de. Elinde bir şişe sürekli bardağımı dolduruyor, ne zamandır bu kadar içtiğimi hatırlamıyorum.  Sarılıp öpüyor beni, kamarasına doğru ilerlerken bulutların üzerindeyim.

Gün doğumuna yakın kamarada yalnız uyanıyorum, giyinip çıkarken  Citadel Martini şişesine çarpıyor ayağım, mesajımı denize atmadığım geliyor aklıma, güverteye doğru ilerliyorum.  Bulutların karalığı cılız ilk gün ışıklarında gerçekten korkutucu.

Mesajımı denize atarken, her yer çılgınca aydınlanıyor, Serra’yı güvertenin öteki ucunda bir adamla tartışırken görüyorum sanki, Çağatay’a benzeyen bir adamla. Öfkeli sesleri susturan gök gürültüsü ile gemideki tüm ışıklar sönüyor.  Yıldırımı, başka yıldırımlar izliyor, ardından da müthiş sağanak başlıyor.  Korkuyla geminin içerisine koşuyorum.

Tüm gemi kapkaranlık, insanlar korku çığlıkları atıyor. Görevliler ellerde fener koşuşturuyor, asansörde kalanlar, tırmanma kayasının ortasında, sinemada, buz pistinde, jakuzide… Jeneratör neden sonra devreye giriyor, ana birkaç yerde aydınlatma sağlanıyor.

Kaptanın anonsu duyuluyor; “Gemimize isabet eden yıldırım kontrol odasını etkiledi… Sorunu çözüyoruz, sayın yolcularımız, sakin bir şekilde bekleyin”

Güvertedeki barlardan birinde bir sandalyeye yığılıyorum, deniz sakinleşeceğine daha da kabarıyor. Çağatay gelip yanıma oturuyor, giysileri ıslak, elinde büyük siyah Luise Vitton bir çanta, yüzü bembeyaz. Onu gördüğüme seviniyorum.

“Öleceğiz burada, yıllar sonra şişeye koyup attığımız mesajları bulacaklar,” diyorum panikle.  

Cevap vermiyor, dalmış gitmiş bir yerlere. Üstümü değiştirmeliyim diyor, viskisini bir dikişte bitirip, hızla yürüyüp gidiyor.

Öğleye doğru Poseidon’un öfkesi de azalıyor sanki.

Barın yuvarlak pencerelerinden denize bakarken hayretle dalgaların üstünden atlayan plastik sarı ördekleri izlemeye başlıyorum.  Diğer yolculara gösteriyorum. Barmen bir kaza sonrası kargo gemisinden dökülen ördekler olduğunu söylüyor bu sevimli oyuncakların. Yıllardır dünyanın tüm denizlerinde yüzüyorlarmış.   Ördeğin birinin boynunda parlayan ne?  Pırlanta gibi parlıyor.

Pırlanta diyorum ama kimse duymuyor beni…  Çağatay nerede acaba? Üstümü değiştireceğim dedikten sonra görülmedi ortalıkta. 

Evet külkedisi, parti bitti diyorum içimden.

Seyşellerin başkenti Viktoria’ya demirliyor gemi, fırtınada ağır hasar aldığı için, yola devam edemeyeceğimizi anons etti kaptan. İsteyenler üç gün sonra gelecek gemiyi bekleyebilir ya da başlangıç limanı Maritus’a transferi ücretsiz sağlanacaktır diyor.

Istanbul’a döneli bir hafta oldu.

Televizyonda haberlerde spiker kadın balıkçıların denizde başı boş dolaşan plastik sarı ördeklerden birinin boynunda çok değerli pırlanta bir bilezik bulduğunu belirtiyor. Kayıp Serra Altınışık’ın ve pırlanta dolu çantasının sırrının çözülemediğini söylerken aniden benim görüntüm beliriyor ekranda, ünlü romancı Serra Altınışık’ı gören son kişilerden biri diye anons ediyor.

Eşyalarımı toplayıp, limana inerken Çağatay ansızın yanımda belirmiş, sanki tüm gün hiç yanımdan ayrılmamış gibi, bavulumu alıp, aşağıya inmeme yardım etmişti.

Kıyı güvenliğe fırtınada tüm gece ve gündüz benim yanında olduğunu söylediğinde itiraz neden etmemiştim?

İstanbul’da seni bulacağım deyip ilk uçağa binmesine de sesimi çıkarmamıştım.   Her gece aynı rüyayı görüyorum artık, Citadel Martini şişesi Japonya yakınlarında ıssız bir adanın yakınlarında kayalıklarda parçalanıyor. Çığlığım dibinde denizin.