Zümrütten yapılmış bir aynaya benzeyen gökyüzünü, bir örtü gibi beyaz bir bulut kaplamıştı. Güneşin ışınları, kibar ve nazlı bir kadının güzelliğinin parıltıları gibi her yeri aydınlatıyor ama yakmıyordu. Sık yapraklı ağaçların gölgeliklerine yaslanıp uzanan çimenlerin, çevrelerini küçümser gibi bir duruşları vardı…

-Abla son durak…

Kitaptan başımı kaldırıyorum şaşkın,

Üsküdar’dan bindiğim minibüs kalın gri duvarlı, derme çatma evlerle dolu bir sokakta buraya kadar demişti.

-Kirazlı Tepe mi burası?

-Evet son durak, buradan yokuş yukarı on bilemedin yirmi dakika yürüdün mü tepeye varırsın. Tören orada…

Oltu taşı tespihini şöyle bir döndürüp, inmemi bekliyor… Sonrada basıyor gaza.

Yokuş… her yer yokuş, sağa mı sola mı döneceğim? Nasıl gideceğim soracak bir Allah’ın kulu yok. Çaresiz daha geniş olan sağ yoldan ilerleme kararı alıyorum, yüksek duvarlar ardında beton bir sessizlikte yaşamlar…

Büyük halamın bahçesinde ulu ceviz ağaçları olan bir evi vardı, buralarda bir zamanlar. Duvarlar yoktu, ağaçlar, çayırlar, yemyeşildi etraf, baharda envaı çeşit çiçekler…

Anneannemler, halalar, amcalar açık poker oynarlardı, ben de sinek yedilere, valelere, kızlara bakmaktan sıkılınca doğruca bahçeye ceviz ağaçlarının gölgesine giderdim.

Büyük hala cevizin kabukları ile saçını boyardı, ne güzel bir kestane rengi olurdu, güneşte parlardı saçları…

Bir bakkal görüyorum en sonunda, tepeye nasıl çıkacağımı soruyorum. Ketum ve asık suratlı bakkal sola dön düz yürü diyor.

Ulu Çınar yokuşundan ilerliyorum, bırakın çınarı tek bir ağaç yok, çatlak asfaltlı, tozlu gri bir yokuş

Ne ağaç, ne yıldız, ne şimşek.
Başka bir şey yazılı değil toprak üzerine.
İzleri var yalnızca,
belleğinden başka her şeyi
alınabilecek yapayalnız bir ulusun.

Ağaçlar kökleri ile yeraltında, gövdesi ile yeryüzünde ve ışığa yönelen yaprakları ile gökyüzündedir. Yani evrenin üç katını birleştirirler, Tanrısal gökyüzü, insanların katı ve Sin’in ölüler diyarı… Evrenin dengesini oluşur üç kat birleşince.

Dünya kurulduğundan beri devasa gövdemle tüm tepeyi kaplardım ben. Benim gibi birçok ağaç vardı, Yedi dünyaya erişen dallarımızla Güneş’e, Ay’a, bulutlara ve diğer gök cisimlerine uzanırdık bir zamanlar, evren bizdik, biz evrendik.

Şamaş, Enril’e başkaldırdığında, Gılgamış ve Enkidu, Humbaba’ya pusu kurup öldürdüklerinde, sedir ağaçlarını kestiklerinde biliyorduk tüm ağaçlar biliyorduk… Sonumuzu…

Yine de umutla devam ettim yaşamaya. Gözlerini para bürümüş, acımasız Gılgamış torunları elektrikli testerelerle bir sabah gövdemi yarana kadar. Gövdem, dallarım endüstrinin, gelişimin uğruna param parça… Dağıldı sanayi sitelerine…

Şimdilerde bir parçam hâlâ tepede ama artık alelade bir beton köprünün tahta korkuluğu. Kral köprüden geçip, birbirine bağlanmamış payandaları kalabalığın, boğazın ve iskelelerin üzerinde, yükselen kemere tırmanıyor. Tırmandıkça kalabalık dalgalanıyor ve muazzam bir mırıltıyla tekrarlıyor: “Argaven!” Karşılık vermiyor. Karşılık beklemiyorlar. Yedi tepeli kentin ahalisi gürültülü, uyumsuz bir ses çıkarıp susuyor. Sessizlik. Güneş şehrin, boğazın, kalabalığın ve Kral’ın üzerinde ışıyor.

Yedi dünyaya erişen kollarımı kestiklerinde, Kendi geometrilerini, kendi belleklerini, kendi rüzgârlarını kestiler… Küçük orman kartalı, atmaca, doğan, kızıl akbaba gövdemde soluklanırdı büyük göçte… Ne oldu onlara? Neredeler? Kuş gözlemcileri nerede?

On dakika dedi ama buraya ulaşmam yarım saatten fazla sürdü, yorgunum, soğuk eprimiş paltomdan içeri giriyor, aslında çoktan bahar gelmesi gerek ama sürekli fırtına, yağmur, soğuk. Sonsuz bir zemherideyiz, deklanşöre basan parmaklarım buz tutuyor. Kralı haber yapacağım, onun görkemini… Etrafa bakıyorum… Tuhaf çok yüksek bir kule, bir köprü, bir devasa tapınak, avuç içi kadar yeşillik… Görkemli ne var?

Yapı iskelesinin tepesinde bir duvarcı ustası elinde bir mala ve bir kova, Kral’ı bekliyor; öteki işçiler ip merdivenlerle bir pire sürüsü gibi aşağı iniveriyorlar. Kral ve duvarcı, kendi iskeleleri üzerinde, boğazın ve lekeli güneşin arasında diz çöküyorlar. Kral malayı alarak büyük mabedin kilit taşının harcını koymaya başlıyor.

Deklanşöre basıyorum tekrardan… Gazeteler, televizyon, sosyal medya her yerde kralın resimleri, kralın açılışları… Beton üstüne beton…

Alafrangalığa özenen Bihruz Bey bahçede “sahibat-ı hiffetten” Periveş Hanım’a rastlar. Ona, daha doğrusu bindiği lando arabaya âşık olur. Aşk, landonun Periveş Hanım’a ait olmadığını öğrendiği ana kadar sürecektir.

Yedi dünyaya erişen kollarımla edebiyatçıları, şairleri, âşıkları sarıp sarmalamadım yıllarca… Bülbül seslerinin eşliğinde Namık Kemaller, Abdülhak Hamitler, Recaizade Mahmutlar, Yahya Kemallerin kelimeleri kapladı tüm o çayırları… Kutsadı.

Bağ-ı Cihan değil miydi burası… Esma Sultan’ın dillere destan köşkü. Ağabeyi Sultan Abdülmecid tarafından, babası Sultan II. Mahmud o köşkte vefat etti diye uğursuz sayılarak yıktırılmıştı ama beni kesmediler. Beni kesmenin daha da uğursuz olacağını ruhlarının derinliklerde hissediyorlardı. Toprakla bağı kesilmemişti insanoğlunun.

Yüz yıl öncesinin bu gökyüzü aynasının sırları dökülmüştü artık, bulutlar katran karasıydı, ağaçlar yerlerini beton filizlerine bırakmış, çimenler sıkışık trafikli asfalt yollara… Güneş cüzzamlı bir kadın…

Üslûpları eski konaklar, yalılar ve köşkler gibi yıkılmış; eski esvaplar gibi gülünç olmuş, eski edep, eski erkân, eski terbiye gibi itibardan düşmüş eski şairlerin, yazarlarında esamesi okunmuyordu artık.

Bunları yazsam haberin altına… İntibah’dan, Araba Sevdasından satırlar eklesem patron kesin kovar beni. Zor buldum bu işi zaten, kredi kartı borçlarım birikti… Kralın bir iki pozunu daha çekiyorum soğuktan uyuşan parmaklarımla.

Kullandığı harç diğer harçlardan farklı, pembemsi bir renkte. Beş-on dakika kral-arıyı seyrettikten sonra solumdaki kişiye soruyorum: “Kilit taşları hep kırmızı harçla mı sıvanır?” Çünkü aynı renk, kemerin altında akıp giden boğazın üstündeki o güzel Eski Köprünün kilit taşında da görülüyor. Esmer alnından terini silen adam cevaplıyor: “Çok eskilerde kilit taşları hep kan ve kemikle karışık bir harçla örülürdü. Eskiden hayvan kanı kullanılırdı şimdilerde artık insan kemiği, insan kanı. Kan bağı olmazsa kemer sağlam duramaz.

Son ağaçları kesmeyin diye gösteri yapanlara da ne olduğu bilinmiyor. Bir sabah ağaçlar, göstericiler her şey yok oldu, Haber yapmak yasaktı, göstericilerin aileleri kent meydanlarında kayıplarını anlatmak için protesto yapmaya çalışsa da kısa sürede gaz bulutunda yok oldular. Haberlerde hiç söz edilmedi onlardan.

Dünyanın en uzun kulesi ve Taç Mahalden bile büyük, görkemli mabedi yapılıyormuş, haberler hep bunu verdi, Kral ve görkemi…

İnşasında bu kulenin ve mabedin göçmen işçiler öldü, kaç işçi öldü bilinmiyor, kayıtlı göçmenler, kayıtsız göçmenler, var insanlar, yok insanlar…İstatistikler uzun süredir yalan söylüyor bu ülkede… Her şey bir sisin ardında…

Törenden sonra tüm protokol siyah son model zırhlı arabalarına binip gidince, biz gazetecileri büyük kuledeki restorana davet ettiler, gökyüzü kulesinde çay ve sandviç ikramı vardı,70 lira burada bir bardak çay dedi benim gibi eprimiş paltosu olan orta yaşlı bir muhabir, büyük bir hazla bardağı tutuyordu. Çaydı işte, termosumda daha demlisi vardı üstelik… Aşağıya baktım beton tarları ve boğaza, sonra yavaşça ikram masasına yöneldim, kimseler görmeden iki küp şeker daha alıp, cebime attım. Minibüsü bulana kadar kim bilir ne kadar yürüyecektim.

Işın Güner Tuzcular