T koyu kırmızı halıyla kaplı merdivenin ilk basamağında durmaktaydı. Öylesine özenli giyinmişti ki giysi kataloglarındaki mankenleri andırıyordu. Simsiyah ayakkabılarını yeni parlatmıştı, bir toz zerreciği bile değmemişti onlara. Koyu gri takım elbisesinin ütü yerleri bir bıçak gibi keskindi, ceketinde ve pantolonunda kırışıklık bile yoktu. Bu şık takım elbisenin içindeki bembeyaz bir gömlek, üzerinde küçük lacivert desenleri olan kırmızı kravat ve bunu tamamlayan altın kravat iğnesi, altın kaplama kol saati, hepsi birden onun ne denli özenli ve titiz olduğunun göstergesiydi. Temiz tıraşı, çok özenle taranmış saçları kıyafetini tamamlıyordu. Uzun boylu ve boyuna uygun kilosuyla sağlıklı olanlarda görülen parlak bir yüz ve duruma göre kullanılmak üzere dudağın kenarında hazır tutulan plastik bir gülümseyiş… Her fırsatı kollamak, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için, dört bir yanı kontrol eden metal çerçeveli renkli camların ardına saklanmış açık mavi gözlerde bir hırs, bir tutku yanıp tutuşuyordu.
Hemen önünde, gittikçe yükselen, yükseldikçe daralan kırmızı halıyla kaplı merdivene bakıyordu. Basamakları tırmanmasına kim yardım edebilirdi acaba? Kiminle konuşması, kiminle dostluk kurması gerekirdi, kimin dostluğunu kullanması? T biliyordu ki kimse onun dostu olamaz, kimse ile dostluğu kalıcı olamazdı. Tırmanılması gereken merdiven ve doruk bir tane olunca kimsenin dostluğuna güvenilemezdi. Dost olarak göründüğü insanlara bunu belli etmesi gerekmezdi elbette. Her çeşitte ve boyutta düşüncenin dolaştığı beyninin kapıları başka gözlere kapalı olmalıydı ve küçücük bir duygu kırıntısı dışarıya taşmamalıydı. Kişiliğinin vitrini olan yüzü beyninde dolaşan düşünceler hakkında hiçbir ipucu vermemeliydi. O vitrin, yalnızca gerekli olanları açığa vurmalıydı, ancak gerektiği kadar. Kişiliğinin ön cephesi, ereğinin zorunlu kıldığı kadar süslü ve güzel görünmeliydi, iyice cilalı, albenili ve dikkatli…
T’nin gözleri merdivenin son basamağından kendisine çağrılar gönderen Doruklar Ecesi’ndeydi. Ece’nin her devinimini, her işaretini yakalamak için o mavi, saydam pencere fırıl fırıl dönüyordu. Doruklar Ecesi T’nin kendisine tutkun olduğunu çok iyi biliyordu, oynuyordu onunla. Çapkınca kırıtıp naz ediyor, el sallıyordu, “Gel” diyordu, “gel bembeyaz kollarıma”. T Doruklar Ecesi’nin kendisini “gel” işareti yapan ellerinden başka bir şey görmüyordu. Bedeninin saç tellerinden, ayak tırnaklarının ucuna kadar haz ve istekle titrediğini duyuyordu yalnızca. Adlandıramadığı, tanımakta güçlük çektiği bir gücün kendisini yukarıya, o evrenler güzeli Doruklar Ecesi’ne sürüklediğini hissediyordu.
Bir an önce tırmanmalıydı yukarıya. Simsiyah, cilâlanmış ayakkabılı ayağını ikinci basamağa attı. Altı kösele ayakkabı, kırmızı halının uzun ve yumuşak tüylerini ezdi. Tüylerin altında başka şeyler de vardı, onları da ezdi. Yumuşak, kırmızı, yünlü halı ilmeklerinin altında sayılamayacak kadar çok kafa vardı, binlerce kafa, binlerce yürek, binlerce beden ve binlerce insan…
T Doruklar Ecesi’nin çağrısından öylesine esrikti ki, ayağının altında ezilen bir şeyler olup olmadığını anlayamadı. Anlaması da olanaksızdı. Üstelik kırmızı halı, merdivenin altında birilerinin olup olmadığını görmesine izin vermiyordu. O yukarı çıkmak zorundaydı. Bu zorunluluk onun için su içmek, yemek yemek kadar elzemdi. Bir kişi şu ya da bu yolla merdivenin ilk basamağına ulaşmışsa, onun artık aşağıda olanları anımsaması, onları düşünerek hareket etmesi olanaksız hale gelirdi.
Kırmızı halının altında bulunan binlerce kafa, binlerce beden, binlerce yürek ve binlerce can T’nin düşünce alanının dışındaydı. Merdivenin üstündekilere deriden ve köseleden yapılma görünen, altındakilere göre ise demir çivilerden oluşan o simsiyah ayakkabı var gücüyle halıya yüklendiğinde hemen altta bulunan bir kafa ezildi. Kemikler çatırdadı ve parçalandı. Kanla birlikte yoğun bir sıvı saçlara aktı. Dağılan beyin kana karışarak yayıldı kafatasından yüze ve omuzlara. Acı bir çığlık tırmalarcasına çıktı gırtlaktan, halının altında bulunan öbür insanların yüreklerinde bir süre yankılandıktan sonra kaybolup gitti, sustu. Hiç yokmuş gibi, halının altına boydan boya hiç yayılmamış gibi.
T duymadı bu çığlığı. Daha önceden o zavallıların soluklarını, iniltilerini duymadığı gibi. Halının altında bulunan insanları görmüyordu. Eğilip bir baksa, üzerinde basamak basamak tırmandığı merdivenin halı kaplı olmayıp, saydam olduğunu fark edebilirdi. Ama onun zihin penceresi, merdivenin altında bulunan umarsız insan yığına açık değildi; yalnızca basamakları kaplayan kırmızı halıya açıktı; Doruklar Ecesi’ne ve yüreğini alev gibi yakan çağrısına. İşte görüyordu; önünde daralarak yükselen basamaklar vardı, o basamakları kaplayan, gittikçe uzayan tüyleri kan renginde halı vardı, basamakların bitiminde, saçları dalga dalga yayılan ve halının kırmızılığı içinde eriyip yok olan, başında aylasıyla Doruklar Ecesi vardı. Bir erişsin, yukarıya, bir tırmansın basamakları, nasıl da değişecekti o, her şey bambaşka, o da bambaşka bir kişi olacaktı. O ‘bambaşka’nın ne olduğunu tarif etmeye gücü yoktu. Kimse yoluna çıkmasın onun. Yoksa T onlara nasıl güçlü biri olduğunu gösterirdi. Önüne çıkan her engeli parçalar, yok ederdi. Kolay mıydı, bunca yıl uğraş, didin. Tam ‘elde ettim, utkuya erdim’ derken birisi engel olmaya çalışsın, Doruklar Ecesi’ne ondan önce sahip olmaya kalksın! Gerekirse dişleriyle parçalar, hiç acımazdı.
Belki gözünü halının kırmızılığı kamaştırmamış, yükselmenin esrikliği ruhunu köreltmemiş olsaydı, ayağının altında soluk alamayacak denli ezilenlerden birinin arkadaşı Z olduğunun farkına varabilirdi. Belki içinde bir şeyler değişirdi. Z’yi severdi aslında. Çok yardımını görmüştü. O işsizlik ve yoksulluk günlerinde çalıştığı ilk işi Z bulmuştu ona. Parasız kalınca ona para vermiş, ev buluncaya kadar da evinin kapısını açmıştı. Başı sıkışınca ona koşmuş olması, şimdi bir arkadaş uğruna bütün düşlerini bir kenara atıp bu tırmanışı bırakmasını gerektirmezdi elbette. Bunu kimse isteyemezdi ondan. Bir minnet duygusu uğruna bütün geleceğini riske atamazdı. Onun geleceği değil miydi kırmızı merdiven ve Doruklar Ecesi?
Çalıştıkları şirkette müdürlüğe yükselmesinde Z’nin işten atılmasına seyirci kalmasının katkısı vardı elbette ama onun haklı nedenleri vardı. Z de şirketi hiç düşünmemiş, bir amatör gibi hareket etmişti. Yok, işçi hakları, yok çalışanların ekonomik koşulları… Onunla birlikte hareket etmiş olsaydı, o da şimdi Z ile birlikte, merdivenin altında, halının gizlediği mahvolmuşlar arasında yer alacaktı. Bu Z’yi kurtarmayacaktı elbette. Karşı çıkmak bir şeyleri değiştirmeyeceğine göre, yönetimi desteklemesi ona çok şey kazandırabilirdi. T de böyle davranmış, yönetimin ikirciklenmelerini ustaca gidermişti. Böylelikle o müdür olarak atanırken, Z kış günü, hiçbir uyarısız, tazminatsız sokağa atılmıştı. Karşılaştıkları zaman T, Z ile birlikte yakınmış, küfürler savurmuştu şirket yönetimine, tabii ki yalnız kaldıklarında, ancak Z’nin duyabileceği bir sesle.
T gururla başını kaldırdı. Kendini şirketin sahibi olarak düşledi. Simsiyah evrak çantası elinde şirket kapısından içeri giriyor, geldiğini gören herkes ayağa kalkarak onu selamlıyordu. İş merkezini boydan boya kesen koridorlardan geçiyordu. Onun geçtiğini gören elemanlar, elleri yanlarında, suçlu gibi başları önlerine eğik, ‘hazır ol’da bekliyorlardı. Zenginliğini her ayrıntıda gösteren mobilya ile döşenmiş odasına giriyor, telefonla emirler yağdırıyordu. Şirket de büyüdükçe büyüyor, yalnızca ülke içinde değil, yurtdışında da tanınır hale geliyordu. O da özel uçağı ile kâh New York, kâh Paris, kâh Tokyo, iş görüşmelerine gidiyordu. Ah bir gerçekleşseydi o düşleri, o zaman arkadaşını da düşünürdü elbette. O sanıldığı kadar nankör değildi. Z’yi çağırır, onu yeniden işe alırdı. Hatta kendisine yardımcı bile yapardı. Neden olmasın ki? Z’den daha dürüst birini nereden bulabilirdi ki?
T bunları düşünürken hâlâ Z’nin kafasına bastığının farkında değildi elbette. Z’nin soluğu önce hırıltıya dönüştü, ardından bir daha hiç duyulamayacak şekilde sustu.
Ardından üçüncü basamağa yöneldi. Z’nin başına basan ayağını bekletip öbürünü öne aldı, üçüncü basamağa koydu. Bütün bedeninin ağırlığını bu ayağın üzerine verip bir süre bekledi. Halının tüyleri yana yattı. Ayakkabısının demir çivileri bu kez de boşa gitmemiş, bir göğse gelmişti. Diri ve bembeyaz memeler ezildi. Kadının dudaklarından bir çığlık kanatlanıp uçtu, ardından bütün bedeni acıyla titreyip kasıldı. İniltiler kısa dalgalar halinde yayıldı, başka iniltilerle birleşip eridi, yok oldu.
Y idi bu. Bir zamanlar T ile evlenen, tam yedi yıllık birliktelikten sonra T’nin yeni yaşamına ayak uyduramadığı gerekçesiyle terk ettiği Y. Kumral, cılız bir kadındı. Yüzünde zorluklar içinde geçen yılların bıraktığı izler vardı, kimi derin kimi yeni oluşmaya başlayan çizgiler… Siyah kirpiklerinin gölgelediği koyu kahverengi gözlerinde ise bir ışık hâlâ parıldayıp durmadaydı.
T’nin simsiyah ayakkabısı, bu parıldayan ışığın üzerine bastı. Bir böceğin ezilişi gibi küçük çıtırtılarla ezildi ışık. Y ışığını yitirmiş olmanın acısıyla iyice kapattı gözlerini. Kendini düşünememişti, düşünebilmiş olsaydı belki kenara çekilebilir, kaçabilir, kendini ezilmekten kurtarabilirdi. Yine bir çıtırtı… Ardından kapkara, yoğunlaşan acı her şeyi unutmanın örtüsü altında gizlendi. Sonra sessizlik yeniden kurdu egemenliğini. Kırmızı tüylü halı, yukarıya yalnızca bu sessizliği geçiriyordu. İniltiler, öfkeli küfürler, acı dolu çığlıklar yumuşak tüylerin arasında yol bulup yukarılara yükselemiyordu.
Y’nin hemen yanında T’nin annesi duruyordu. O da oğlunun tırmandığı merdivenin altında, o da topuk darbesiyle ezilecekler arasındaydı. Tek farkı oğlunun yükselmesini, yukarılara çıkmasını en az T kadar istiyor olmasıydı. Bunun gerçekleşmesi için neler vermezdi ki? Ellerini kaldırıp T’nin ayaklarının altına uzattı.
“Oğlum, aslan oğlum benim, ellerime bas. Merdivenler serttir, ayakların incinir. Korkma, acımaz ellerim, bas onlara. Daha çabuk çıkarsın.”
Kırmızı tüylü halı onun söylediklerini de yuttu. T annesinin seslenişini duymadı bile. Ayaklarının altına uzatılan eli görmeden üzerine bastı. Derisi buruşmuş, kemikli bembeyaz el, sert topuk darbesinin altında ezildi, kemikler çatırdadı. Kan, kırmızı halının altına yayıldı, daha da kırmızı oldu yumuşak tüyler.
T bastığı halının altında annesinin elinin bulunduğunu, o eli ezdiğini bilmiyordu. Bilse bile ne değişirdi, orasını kestirebilmek olanaksızdı. O bütün enerjisini Doruklar Ecesi’ne yöneltmiş durumdaydı. Herhangi bir nedenle duygusallığa kapılıp yanlış yapmamaya, kendi beyinsel ve bedensel edimlerinin denetimini kaybetmemeye çalışıyordu. Tilki kadar kurnaz, kedi kadar atak olmalıydı.
T bunları düşünerek, ağır ve dikkatli adımlarla tırmandı basamakları. Kendisini Doruklar Ecesi’nin albenisine o kadar kaptırmıştı ki basamaklar yükseldikçe bazı şeylerin değiştiğini fark edemedi. Her basamakta giderek daha da yumuşaklaşan, tüyleri daha da büyüyen halı T’yi yutmaya başlamıştı. O bunun ayrımında bile değildi. Yumuşak tüylerin okşayışı başını döndürüyordu. Yükseklerde olmanın, Doruklar Ecesi’ne yaklaşmanın verdiği esrimeyle kanatlanıyordu. Mutluluk ormanında olduğu duygusuyla yeğnilmişti adımları.
Son basamaklara yaklaştığında kırmızı tüylerin içine iyice gömülmüştü, tıpkı çocukluğunda oynarken arasına saklandığı mısır tarlaları gibi. Acaba tüyler mi büyümüştü, yoksa o mu küçülmüştü?
Merdiveni uzaktan gözleyenlerden bazıları, tırmanan insanlar gördüklerini ama onların yükseldikçe küçülmelerini anlayamadıklarını söylemişlerdi. T ise büyüyen tüyleri, büyüyen bükülmüş yün ipliği ormanını görüyordu; içinde yolunu kaybettiği yün ormanını…
Doruğa bir basamak ancak kalmıştı. T başını kaldırdı. Neredeydi Doruklar Ecesi? Görünmüyordu. Cilve yapmak için saklanmış olmalıydı. Yoksa kayıp mı olmuştu? Hayır, olamaz, olmamalıydı…
T bir adım daha atmak istedi, atamadı. Sağa, sola eğilmek için zorlandı. Kendisinin de bir tüye, halının bir ilmeğine dönüştüğünü anlaması olanaksızdı. Nasıl anlayabilirdi ki, artık halının bir tüyü, kırmızı, kısacık, benzerlerinin içinde bir tüydü sadece. Yeni Doruklar Ecesi tutkunlarını yutmak için bekleyen tüylerden biri.
Merdivenin altında ise sürekli değişim vardı, yenileri geliyordu. Ölenler, ezilenler ya da merdivenin üstüne çıkma başarısını gösterenlerin yerine yeni birileri…
Cemile Çakır 1991
