Biz 80’ler kuşağı maruz kaldığı her şeyde radyasyon yemiş hamamböceği misali dimdik ayakta durduk. Sigara sağlığımıza zararlı değildi, dayak cennetten çıkmaydı, okulda etin öğretmene kemiğin ailene aitti, otuz santimetreden bir metreye kadar değişen cetvellerin avucunuzda hoplaması an meselesiydi. Ödevler hiç bitmez, yapılmazsa dayakla karışık azar yer, sineye çekerdik.  Travma vız gelir tırıs giderdi.

Z kuşağı canlarım inanmayacaksınız ama o zamanlar misafire sigara ikram edilirdi. Salondaki orta sehpanın üzerine kocaman bir gondol kâse koyulur, kâsenin içine çeşit çeşit sigara paketleri yerleştirilirdi. Gelen misafire oradan bayram çikolatası gibi sigara uzatılırdı. Bizler o sigaraları soluyarak büyüdük. Çocukluk fotoğraflarımın çoğunda kimin kucağındaysam elinde sigarayla poz vermiş. En az sigara kadar korkunç olan şeylerden biriyse kurban bayramlarında oluk oluk akan kanları izlemekti.  Şimdilerde çocuklar vahşet dolu diziler, filmler izliyor diye kaygılanıyoruz ama bizler canlı olarak buna maruz kalmıştık. En kötü yanlarından biriyse kurban eve birkaç gün önce geldiyse onunla arkadaş olup arada sevgi bağları kurmuşken gözümüzün önünde kesmeleri ve iştahla yememizdi.

Bahçeli bir evde büyüdüyseniz kurban bayramlarının bir şölene dönüştüğünü bilirsiniz. İki kız kardeştik babam her sene iki tane koç alırdı. Yıllar boyunca adıma kaç koç kurban edildi, hatırlamıyorum.

Apartmanımız cadde ve sokak bağlantısının köşesindeydi. Bizim evin caddeye bakan tarafı girişten bir kat aşağıdaydı. Bahçe girişi ise yan sokaktan düzayaktı. Kurban bayramlarında tüm komşular bahçede toplanır, kurbanlarını orada keserlerdi. Kasaplığı, marangoz olan amcam üstlenirdi. Güzellik sayabileceklerimiz; yıllar boyunca hiç kasap kazası olmadı ya da kurbanı elden kaçırmadık.

Kurbanlar kesilmeden bahçenin sokaktan giriş tarafına yakın çukurlar açılır, kurbanın gözü bağlandıktan sonra boynu çukura gelecek şekilde yatırılır, dualar eşliğinde boğazına dayanan bıçak keskin bir kılıç olur, hayvanın canını alırdı. Her bıçak darbesinde hayvandan son nefesini verdiğini anladığımız tuhaf bir ses çıkar, uzun uzadıya fışkıran bir kan şelalesi olurdu. İçimizde izlemeyen çocuk yoktu.

Son damlasını çukura bırakan hayvanlar bacaklarından apartman girişindeki demirlere asılır ve bahçeye doğru sarkıtılırdı. Bunun öncesinde hayvanların derilerini düzgün yüzebilmek için bacaklarından bir delik açılır sonra oradan balon gibi içine hava üflenir, şişirildikten sonra yüzülmeye başlanırdı. Bugünlerde bu manzaralara büyükşehirlerde pek rastlayamıyoruz. Büyük kesimhanelerde uygun şekilde hazırlanıp sahiplerine dağıtılıyor.

O zamanlar, Şener Şen’in Züğürt Ağa filminde domatis domatis, diye bağırdığı gibi küçük kamyonetler dolanır Türk Hava Kurumu adına derileri bağış olarak toplardı. O kıvır kıvır yünleri Türk Hava Kurumu’na bağışlardık.

Komşular kesip hayvanlarını parçaladıktan sonra evlerine dağılır, biz evde on başımıza kalırdık. Amcalarım, yengelerim, kuzenler geldiyse halalarım ve onların çocukları doksan metrekare evin içinde onlarca insan bir arada değe saça bir bayram olurdu.

Marifet kesmekte değildi. Sonrasında birçok aşamadan geçen türlü organlar ve hayvan bedeniydi.

Küçük tüp ve babaannem, sirkeli sular bağırsaklar, işkembe ve babaannem, kelleler paçalar ve babaannem.

Önce kelle ele alınır, temizlenir, küçük tüpte kılları yakılırdı. Babaannem ona ütmek derdi. Babaannemin elinde ertesi günlerde çorbaya dönüşecek kelle, bizim için iri gözleri, kocaman dişleri olan kanlı damarlı bir yaratıktı.

Kelle işi bitince bağırsaklara geçilir, karbonat, sirke defalarca temizlenir kaynatılır, küçük küçük kesilir ikinci günün kahvaltısı olan işkembe çorbası için işlemden geçerdi.

Tabii ilk gün hemen kavurma yapılırdı. Ter, emek, çaba dolu günün ödülü bol yağlı kavurmaydı. Evin içi sası sası et kokar, her yanına dağılır odaların içinde iri gözlü kelle gelip yerleşmiş gibi bir his olurdu.

Ardından hiç bitmeyecek gibi duran bağırsak temizleme işlemine geçilirdi. En az işkembe hazırlamak kadar el oyalayan bir işti. Saatlerce temizlenirdi. İçinden oklavalar geçirilir doldurulmaya uygun hale getirilirdi. Üçüncü ya da dördüncü güne mumbar dolması için hazırda beklerdi.

Her yanı kıymetli hayvanın beyin, dil, billur, dalak, yürek, böbrek neresi varsa yemeklere dönüşür evin içinde bin bir çeşit et ziyafeti verilirdi.

Bense bunların hiçbirini yemezdim. Yanındaki pilava dayanır, salataya usul usul yanaşırdım. Taze et, kan, dışkı, yanık kıl kokusu her yana siner, içimi kaldırırdı.

Hayvanların kesildiği anı heyecanla beklerdik aslında, kanın akışı, hayvanın can verişi o zamanlar korkunç değil merak uyandırıcı gelirdi. Boğazından çıkan o ses, kanın tazyikli akışı, hayvanı şişirmeleri, yüzerken çıkan gırç gırç sesler, postların tuzlanıp yuvarlanıp bekletilmesi, sonra bağışlanması. Şimdi anlamsız hatta vahşet olarak bildiğimiz her şey sadece meraktı.

Bizler kurbanların kanlarını alınlarında taşıyan çocuklardık. Bu sebeptendir ki kafamız da kopsa hamamböcekleri gibi hayatta kalmayı başarıyoruz. Depresyon, travma bizim dönemimizde icat çıkarma denilerek defedilirdi.

Şimdilerde 80’lerin itaatkâr söz dinleyen çocukları olarak kafamızdaki kurumuş kanları tırnaklarımızla kazıyarak kendimizi yeniden var etmeye çalışıyoruz.

Geçmiş bayramınızı kutlar, kanlı bayramların çiçeklerle dolmasını dilerim.