Sayın Tanpınar,

Sizinle henüz on yaşındayken, 1966 yılında tanışmıştım. Beş kardeşin en büyüğü olan ablam, köy enstitülerinin devamı olan Beşikdüzü İlköğretim Okulunda okuyordu. Okul çok uzak olduğu için ancak yazdan yaza görüşebiliyorduk. Ablam okulunu bitirdiği ve öğretmen olarak döndüğü gün ailecek onu karşılamaya gittik. O zamanlar Trabzon’dan İstanbul’a vapur vardı. Vapurla İstanbul’a, oradan da otobüsle Bursa’ya yakın mesafedeki kasabamıza gelecekti. Nihayet otobüs göründü, yazıhanenin önünde durdu. Kapısı açıldı, ablam iniyordu işte! Saçlarını o zamanın modasına uyup topuz yapmış, kolsuz yazlık elbisesi, sivri topuklu, önü ve arkası açık ayakkabılarıyla çok güzel görünüyordu. Sarılıp hasret giderdikten sonra muavinin eşyaları indirmesini bekledik. Büyükçe bir tahta bavul ve bir portakal sandığı… Henüz taksi olmadığı için eşyaları at arabası taşıyacaktı. Özellikle portakal sandığı çok ağırdı; arabacı ve muavin zor kaldırdılar. Bir yandan “Bunun içinde ne var” diye merak ediyordum. Eve vardığımızda eşyaları arabacının da yardımıyla iki katlı ahşap evimizin üst katına çıkardık. Ablam yorgun olduğundan, merakımı gidermek için bir gün beklemem gerekiyordu.

Ertesi gün ablam kavak ağacından yapılmış ağzı çivili beyaz sandığı kerpetenle açtı. Aniden yüzünde bir şaşkınlık ve hayâl kırıklığı ifadesi oluştu. Sandıklar vapurdan inince arkadaşınınkiyle karışmıştı. İçi kitap doluydu. Hemen arkadaşına mektup yazdı. O mektubuna cevap beklerken, ben de gidip gelip sandığa bakıyordum. En üstte krem rengi kapaklı, siyah çerçeveli bir kitap duruyordu. Üstünde “Ahmet Hamdi Tanpınar” ve “Huzur” yazıyordu. Başkasına ait olduğu için dokunamıyordum. Günler geçti, ablam arkadaşından cevap alamadı. Birkaç kez daha denedi, sonra ümidini kesti. Öylece bir köşede kaldı sandık… Sonra kullanılmayan eşyaların durduğu merdiven altına kaldırıldı. Bir gün evde kimse yokken kitabı okumaya çalıştım ama pek bir şey anlamıyordum. Bilmediğim kelimeler vardı. Cümleleri birkaç kez okuduğum hâlde anlamlarını çözemiyordum. Huzur ne demekti? Türkçe sözlüğe baktım, ”Rahatlık duygusu, baş dinçliği, çekişmesizlik” yazıyordu. Bizim evde var mıydı? Annem biz kavga edince ”Huzursuzluk çıkarmayın” dediğine göre vardı. Yoksa kardeşimle sokakta oynayıp eve yorgun geldiğimizde, annemin verdiği bir bardak süt ve poğaçada mı gizliydi?

Aradan uzun yıllar geçti. İki ablamın izinden giderek öğretmen oldum. Anadolu’nun farklı şehirlerinde çalıştım. Artık Huzur romanını anlayacak yaşa gelmiştim; alıp okudum. Mümtaz’ın, Nuran’ın ve Suad’ın huzuru arayışlarına tanık oldum. İstanbul’u Mümtaz ve Nuran’ın aşkıyla birlikte o kadar güzel anlatıyordunuz ki tayinimi İstanbul’a istemeye karar verdim. Mümtaz’ın, ”Boğazı mı yoksa birbirimizi mi seviyoruz?” cümlesi etkiledi beni. Üç yıl sonra çalıştığım yerde hizmet sürem doldu ve tayin olup İstanbul’a geldim. Yalnızca kartpostallardan tanıdığım kenti sonunda yakından görebilecektim. Romanda geçen semtleri, mekânları gezdim. İlk önce Mümtaz’la Nuran’ın aşklarının simgesi Boğaziçi’ni gördüm. O yıllarda da çok güzeldi Boğaz. Tarihi yalılar iki yakada mücevher gibi sıralanıyordu. İstanbul’un böğrüne henüz gökdelen denen hançerler saplanmamıştı. Sonra tanıştıkları ada vapuruna binip adaları dolaştım. Burgazada’yı sakinliğinden ve Sait Faik’ten dolayı çok sevdim. Emirgan’a Kandilli’ye, Beyazıt’a gittim. Artık sizin anlattığınız gibi olmasa da izini sürdüm o yerlerin. Yirmi beş yıldır bu kentteyim. Bu gizemli kentin hala görmediğim, keşfetmediğim yerleri var. Bazen Kadıköy’ün ara sokaklarında romanda sözünü ettiğiniz eskici dükkânlarına rastlıyorum. Sonra yüz yaşına kadar saat tamir etmiş, artık bulunmayan parçaları madeni paradan kendisi imal eden Esat Usta geliyor aklıma. Kadıköy’deki sahaflar da eski İstanbul tadı veriyor. Müteferrika ve Zebercet bunlardan yalnızca ikisi…

Sizinle ikinci karşılaşmamız radyoda ‘arkası yarın’ formatıyla dinlediğim “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ile oldu. Tiyatro sanatçıları çok başarılı bir şekilde canlandırdılar Halit Ayarcı’yı, Hayri İrdal’ı ve diğer karakterleri. Üye olduğum kütüphaneden kitabı alıp merakla okudum. Kuşkusuz radyoda dinlediğimden çok daha güzel ve ilginçti. En çok ilgimi çeken şeyler, evin bir ferdi gibi olan büyük saat “Mübarek” ve öldü sanılarak cenaze töreni yapılan ama ölmeyip eve geri dönen halanın kişiliğindeki değişimdi. Bir de saat doktoru Nuri Efendi… Saatlerin de kalbi olduğunu söylemesi, tamir ettiği bir saati “Bacakları hastalanmış zavallının, nasıl yürüsün” diye tarif etmesi beni çok etkiledi. İspritizma cemiyetinin bir toplantısını çok ayrıntılı anlattığınız bölümü de unutamıyorum.

Bu kitap zaman kavramını sorgulamamı sağladı. Sizin de etkilendiğiniz düşünüre göre, zamanı dakikalar, saatler ölçmezmiş; içimiz ölçermiş. Bazen beş dakika bir saat gibi gelir, bazen de üç saat beş dakika gibi geçermiş. Yaşayarak öğrendim bunu.

Bize bıraktığınız eserler ve yaşattığınız güzellikler için teşekkür ederim.
Saygılarımla.
Çocuksu

Nejla Bilginer