Safiye konağın alt katında, mutfak ve kilerin bulunduğu holün en uzak köşesinde saklanmış odasına girdiğinde yanakları al aldı. Hamur halaya gülümsedi, üstündekileri soyunup dökünürken bir yandan da gün boyu başına gelenleri anlatmaya koyuldu. Halanın tam karşısındaki kerevetin üzerine yığılıp kalmıştı, “Ah Hamur hala, bilsen bugün ne çok yoruldum, bacaklarım, belim kopuyor ağrıdan halacığım” diye sızlandı. Bütün gün çalışmış, konağı tepeden tırnağa aklayıp paklamıştı. Günün temizlikle geçen bölümünü yüzeysel, akşam yemeği ve sonrasında yaşananları ise sesi kimi vakit titreyerek, kimi vakit ise yükselip alçalarak tüm detayı ile anlattı.
O akşam şömineli salonda yemek faslının bitmesi sabırsızlıkla beklenmiş; nihayet sofra toplanınca, alışveriş paketleri açılarak, renk renk ipek dantel organze kumaşlar ortalığa yayılmış, ayrıca terzi Nesrin Hanım’a haber salınmıştı. Edibe Hanım, o yaz davetli olunan düğün, nişan ve balolar için diktirilecek kıyafetlerin kumaşlarının seçimi, etek boylarının uzunluğu, dekoltelerinin derinliği hususlarında arada bir ufak tefek itirazlarda bulunsa da, ergenliğe yeni girmiş biricik kızının isteklerini genellikle onaylıyordu. Hüsnü Bey ve Edibe Hanım, Safiye’nin kumaş öbeklerine takılan gözlerinde gıptayla karışık bir kıskançlık ifadesi gördüklerinde, önce bu durumun müsebbibinin kendileri olduğu düşünüp üzüldüler; ancak hemen sonra, yedi kardeşiyle yoksulluk çeken çocuğa sıcak bir yuva temin ettiklerini kendilerine hatırlatıp vicdanlarını rahatlattılar.
Konaktakilerin bazen kendi başlarına, bazen de yakın dostları ya da akrabalarıyla toplandıkları orta kattaki şömineli salon evin en konforlu yeriydi. Safiye buraya genellikle hizmet etmek için girerdi. Yemek masasının kurulması, çay kahve servisinin yapılması, meyve tabaklarının, kuruyemiş kâselerinin tek tek koltukların yanındaki minik sedef kakmalı sehpalara konulması hep onun göreviydi. Bir köşede oturup sessizce tabakları toplayacağı vakti beklerken, aile efradı ile sıkça göz göze gelmekten çekindiğinden; salonun duvarındaki tabloları, yerdeki ipek yün karışımı halının desenlerini art arda izledikten sonra oluşmuş olan kaleydoskop görüntülerini zihninde dans ettirerek oyalanırdı. Konağın sadece mutfağını, salonunu ve kendisine ait odasını değil, eski eşyaların kaldırıldığı çatı katından, ardiye olarak kullanılan zemin katına dek her köşesini avucunun içi gibi bilirdi. Bazen Edibe Hanım’la birlikte alışverişe çıkar; arabanın sol arka camından dışarıya bakarken gördüklerini, gece yatmadan evvel Hamur halasına anlatmak için adeta zihnine nakşederdi.
Hüsnü Bey kasabada neredeyse bir asırdır un tüccarlığı yapan köklü bir aileden geliyordu. Ahbapları, eş dost taifesi de kendi ayarında eşraftan kimselerdi. Evvelki yaz, kasabadan hayli uzak bir köye buğday alımı için gittiğinde; köy meydanında, babasının yanında duran narin, güleç yüzlü bir kız çocuğu dikkatini çekti, onunla biraz konuşunca eşinin kendisine tembihlediği gibi akıllı iyi huylu ve becerikli biri olduğunu düşündü. Edibe Hanım bir süredir Hüsnü Bey’e Kezban’ın iyice yaşlandığını, küçükken edinip kendi âdeti usulünce yetiştireceği, evi çekip çevirebilecek bir yeniyetmeye ihtiyacı olduğunu, iş için gittiği yerlerde etrafına ona göre bakınmasını öğütlemişti. Safiye’nin babasını ikna etmek pek kolay olmamıştı. Tarlası tapanı olmayan, onun bunun yanında çobanlık, yanaşmalık yapan bu gariban adam ilkin kızını göndermeyi reddetti. Dediğine göre o rıza gösterse bile hanımı razı olmayacaktı; zira günlerdir civar köylerde ebe okulu için ilkokul mezunu çocukların kaydını alan bir memurun dolaştığı, yakında onların köyüne de geleceği haberi yayılmıştı. Hüsnü Bey epeyce dil döktükten sonra, devamının geleceğini de fısıldayarak, bir deste parayı sokuverdi adamın belindeki kuşağa. “Hadi he de artık, bak benim de kızından birkaç yaş büyük bir kızım var, hem arkadaş olurlar fena mı” dedi.
Safiye birkaç gün sonra kendisini almaya gelen Hüsnü Bey ve Edibe Hanım’la birlikte ayrılmıştı köyünden. Kafa kâğıdından, kıyafet namına üç beş çaput parçasından, anasından yadigâr sedef tarak ve yine anasının rengârenk orlondan örüp giydirdiği plastik lahana bebekten gayri bişeyciği yoktu yanında. Konakta geçirdiği ilk günlerin heyecanı kaybolunca, çocuğun her günü birbirinin aynı olmaya başladı. Konağın etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Buradaki kuşlar, ağaçlar bile ona yabancıydı. Beyninde yankılanıp duran kendi iç sesi dışında insan sesi duymadan geçirdiği günler oluyordu. Bazen kimsenin onu görmediği, belki de buraya geldiği gün üç harflilere karışmış olduğu ihtimalini düşünüyor, korkuyla etrafında bir ayna aranıyor, ancak suretine gördüğü vakit derin bir nefes alıp rahatlıyordu. Küçük kız kimseyle konuşmaya konuşmaya, sesleri kelimeleri cümle kurmayı unutmaktan korkmaya başlamıştı. İçinden ilkokulda öğrendiği bilgileri tekrarlıyor, tekerlemeleri, şarkı sözlerini iş yaparken mırıldanıyordu. Köyde çeşme başında, dut ağacının tepesinde kardeşleri ya da akranlarıyla kuş gibi şakıdığı günleri özlüyor, işlerini bitirip odasına inmek, Hamur halasına içini dökmek için dakikaları sayıyordu.
Safiye’nin köy şivesi, evin kızının garibine gitmekle kalmıyor, sinirlendiriyordu da onu. Sonradan şehirli gibi konuşmaya başladığında da durum değişmedi. Kimse ona kaba davranmıyor onu azarlamıyor, ancak “teşekkür ederim Safiye”, “eline sağlık Safiye” gibi kısa cümlelerin arkası da gelmiyordu. Edibe Hanım’ın telkinleriyle Sevtap’ın Safiye’yle sohbet ettiği zamanlar da oldu. Ancak bu konuşmalar, Sevtap’ın hep anlatıcı, Safiye’nin hep dinleyici olduğu monologlardan öteye geçemedi.
20 Temmuz 1969’da aya ayak basılmış, Safiye köyden ayrılalı bir yıl olmuştu. Her zaman yaptığı gibi odasına girer girmez kapısını kapattı. Yıllar önce anasının anlattığı Hamur hala söylencesindeki gibi ne insan boyutunda ne de hamurdan olan halasına; Komidinin üzerinde duran lahana bebeğine; Hamur halam, canım halam diye seslendi. “Aya astronot gönderdiler biliyor musun? İşte bak orada parlayan ay dedemizin üzerinde insanlar yürüyor halacığım? Bugün Beybabam radyoyu açtı ve tüm ev halkı radyonun başında ajansı bekledik. Sana bu haberi yetiştirmek için nasıl sabırsızlandım bilemezsin halacığım.”
Oya Kaya