Feride Çiçekoğlu’nun 1984 yılında hapishaneden çıktıktan sonra kaleme aldığı ve ilk baskısı 1986’da yapılan romanı Uçurtmayı Vurmasınlar, tutsaklığında tanıştığı Barış’ın romandır. Kitabın girişindeki sunuda Barış’ı bizlerle nasıl tanıştıracağını düşünürken sinemanın ona yardımcı olduğundan bahseder. Filmin Barış’ı Ozan Bilen’le yaşlarımız yakın. Ozan Bilen aynı zamanda başka bir filmde Zagor olarak yine gönlümüzü fethetmişti. Uğur, Bekir ve Zagor. Zagor belki de Barış olduğu için güzeldi.
Kitaba dönecek olursak, kitap mektuplardan oluşur. Barış’ın tahliye olmuş İnci’ye yazdığı mektupları okuruz. Hiçbiri İnci’ye ulaşmaz. İnci’nin hapishanedeki dostlarına kısaca yazdığı kartlar ulaşır, Barış anlar, İnci mektuplarını almamıştır. Hapishanede iki koğuş vardır. Biri fikir suçluların olduğu koğuştur. Barış diğer koğuştaki kadınlardan Fatma’nın oğludur. Kitap boyunca kadınları, suçlarını ve onların hayatlarını, neden orada olduğunu okuruz. Barış mektuplarında sık sık dile getirir, mektuplar okunur ve sakıncalı bulunur.
Sunu’nun ilk cümlesi “Barış’ı tanıdığım yerde ne çiçekler vardı, ne de başı bulutlarda bir çınar”’dır. Filmde Nur Sürer’in yani İnci’nin iç sesi olarak dinleriz. Çiçeklerin, ağaçların, kuşların olmadığı bir yerde büyür Barış. Barış aslında o dönemin çocukları olan bizlerin sesidir. O arada kalmışlığı yaşayan çocuklar olarak o içeride biz dışarıda mahkumiyetlerimizi sürdürürüz. Korkuların ve bastırılmışlığın çocukları olarak büyüdük biz. Ne o mücadelede var olabildik ne de özgür kalabildik. Heybetiyle düşündüklerini savunanlarla özgürce her şeyleri söyleyebilen çocukların arasında sıkıştık kaldık. 80 dönemi bebekleriyiz biz. Darbeyle doğduk, onun artıklarıyla büyüdük ve o dönemi yaşayanlardan dinledik, film yapanlardan izledik.
Çoğumuz Deniz, Yusuf, Devrim’dik. İsim olarak yaşayabildik. Kısıtlı imkanlarımız vardı. Kütüphanelerin yollarını aşındıran, dizi dizi ansiklopedileri karıştıran çocuklar olduk. Biz Barış’ın arkadaşlarıyız. Gerçek Barış’la aynı yaşlarda aynı yolda yürüdük kendisiyle.
Tabii o dönemlerde çok da anladığım bir kavram değildi bunlar. Hep kulaklarımdadır Barış’ın sesi. O peltek diliyle İnci demesi, sorgulaması. Ben bazen içinden çıkmadıklarım olduğunda kendi kendime İnci derim. Onun gibi sorarım içime, aklıma. İnci bazen ışık, yol göstericim olur. Yıllar sonra bu filmin bir kitaptan uyarlandığını okudum. Kitabı hiç okumak istemedim. Hani hep filmler kitaptan bir şeyler alır götürür, okuyunca hayaller başka yere kayar. Öyle olmadı, filmdeki Barış olduğu gibi kitabın içindeydi. İnci yoktu aslında Nevin vardı, Zeynep vardı, Filiz vardı…
İnci bir hayal, Barış’ı bırakıp giden bir kadındı. Bir kuş, bir uçurtmaydı İnci, koğuşa gelen bir kart, ulaşmayan mektuptu.
Kitabı okuyana kadar bu hikâyenin gerçek İnci’sinin Feride Çiçekoğlu olduğunu bilmiyordum. Son zamanlarda moda olan “Kahramanınla tanışma” kavramına yıllardır dahilim. Hayal kurduklarım ve bağlandıklarımla gerçekten tanışmayı sevmiyorum. Çoğu hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor. Bilişim çağında olduğumuz bu dönemlerde çok zor olsa da ben elimden geldiğince kendimi korumaya çalışıyorum.
Bu hafta kahramanımla tanıştım. Barış ve İnci gerçekti. Feride Çiçekoğlu Sunu’da “Kuş kanadına binip çayırlara gitmeyi öğretti Barış bana. Düşle gerçek, onun o yarım sözcüklerinde öylesine iç içe geçerdi ki, dünyanın çirkinlikleri bir bulut gibi kayıp giderdi yarım göğümüzden. Taş avluda düşsel uçurtmaları uçurtmayı işte öylece öğrendim Barış’tan,” yazmıştır.
Düşsel uçurtmaları uçurmayı ben de Barış’tan öğrendim. Sadece Feride’ye, İnci’ye ya da diğerlerinde değil bana ve bize de öğretti Barış. Sorgulamayı öğrendik. Her ne kadar soramasak da dediğim gibi bizler arada kalmışlardık. Soramazdık. Sorsak cevap alamazdık. Israr etsek azarlanır hatta dayak yerdik. Biz bastırılmış, hapsedilmiş, susturulmuş mutlu ev çocuklarıydık.
Kitap, “Burnun büyüdü mü İnci?” sorusuyla başlar. Barış’ın ilk sorusu yalanlara dairdir. Tüm gördüklerinin öğrendiklerinin, İnci’nin varlığının bir yalan olduğunu anlar. İnci o uyurken, onu bırakıp gitmiştir. Halbuki ona “Seni bırakıp gitmem. Gidersem seni de götürmeye çalışırım.” diyen yine İnci’dir.
İlk mektuplar İnci’nin gidişi ardından Barış’ın üzgünlüğü, buna bağlı olarak gördüğü rüyalarla başlar. Barış çoktan sorgulamaya başlamıştır hayatı ve yaşadıklarını.
Kitap boyunca sorular sorar Barış. Yalan söylememesi gereklidir, ceza alır ama Barış’a ve birbirlerine yalan söyleyenlerle doludur koğuşlar.
Baş gardiyan “Gardiyan ana” dır, sorar Barış, “Neden, ‘gardiyan ana’ diyorlar ona İnci? Annem bile öyle diyor. O herkesin anası mı? Ama o bizi içeri kilitliyor. Anneler çocuklarını kilitler mi?”
Rüyalarından birinde aşure pişer, Barış annesine anlatır. “Annem sordu, yine ne gördün diye. Düşümü anlattım ona. Sora sora ne sordu biliyor musun? Aşure kazanında yanmadın mı? Annem bazen hiç düşünemiyor. Sen kazanın altını kapatmıştın elbette.”
İşte böyle bir gerçekliğin içinde büyüdük. Barış ve yaşıtları olarak, hayallerimize yer yoktu dünyalarımızda. Hayal kuranlar kapatılmış, bastırılmış, yok edilmişti. Sormaz, düşlere dalamazdık.
Soruları devam eder Barış’ın:
“Sen niye buradasın? diye sordum Nevin’e. O da halkını sevdiği için buradaymış. Ben büyüyünce halkımı hiç sevmeyeceğim. Halkını sevenler hep kafese giriyor.”
“Nuran yatağına yattı. Tavana bakıyor. ‘Hani işin vardı?’ dedim. Kızdı bana. ‘Düşünüyorum ya, bu da iş,’ dedi. Düşünmek ciddi bir işmiş. Hatta Nuran’ı düşündüğü için atmışlar buraya. Öyle söyledi.”
Düşünmeyi o günlerde kaybettirdiler bize. Düşünmeye başladığımız da belki de çok geçti. Şimdi sorguluyoruz hayatı, en güzel yirmiler gitmiş, kırklar gelmişken. Barış olmasaydı belki de daha geç ya da hiç olmayacaktı.
İnciden gelen kart okunur sakıncalı görülen kelimeler kırmızı ile çizilmiştir.
“‘Çerçevesiz gökyüzünü ve tek gölgesiz güneşi sizinle paylaşmak için hemen yazıyorum.’ Bu cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişler. ‘Güneş’ ve ‘paylaşmak’ sözcüklerinin yanına da soru işareti koymuşlar. İdaredeki bıyıklı amcalar bu sözleri anlamamışlar mı? Ben bile anladım.”
“‘Paylaşmak en güzel şeydir,’ derdin. Paylaşmak zarar ise ben de bir daha paylaşmam. Güneş neden zararlı İnci? Belki de güneşte çok durunca sıcaktan hasta oluruz diyedir. Ama bizim avlumuza zaten çok az güneş geliyor.”
Güneşten bile sakınılan bir çocukluk, insanlık. Bunun içinde büyüdü Barış.
Durmadan sorar Barış bizim yerimize, sizin yerinize:
“Vefa ne demek İnci?
Vefa iyi bir şeyse Gülsüm Ana’ya neden ceza vermişler.
Bizi buraya kader kapadı, dedi.
Kader çok anahtarlı amcanın adı mı?
Sevim yazdığı bir şiir yüzünden gelmiş buraya.
İyi yazmadın diye mi geldin? diye sordum
Yok, dedi. İyi yazdım diye.
İyi yazmışsa Sevim niye gelmiş İnci?
Hacer için, kötü olmuş derlerken duydum. Ama Hacer kötü değil ki!
Kötü olmak ne demek İnci?
Kitap okuduğu için getirmişler. Hani kitap okumak güzeldi? Ben buradan çıkınca kitap okursam beni yine getirirler mi?
Biz her şeyimizi paylaşmayı severiz, dedi. Tıpkı senin dediğin gibi. Paylaşmak kötü mü İnci? Siz hepiniz paylaşmayı sevdiğiniz için buradaymışsınız. Paylaşmayı sevmeyenler kapatıyormuş sizi buraya.
Biraz geç kapatsın diye Zeynep de söyledi, ama olmazmış. Akşamı geciktiremezmiş. Sen akşamı geciktirebilir misin İnci?
Naylondan sevda nasıl olur İnci?
Kuşlar tutsak yaşayamazlarmış. Ya çocuklar, İnci? Onlar tutsak yaşayabilirler mi?
Ağlama, diyor Nevin bana. Ağlama gittiğimiz yerlerde de bizim kızlar var. Oraların göğünde uçurtma var mıdır? Sizin gittiğiniz her yerde uçurtmalar olurmuş. Öyle söyledi Zeynep. O uçurtmaları vurmasınlar İnci…”
Uçurtmalarımızı sonsuzluğa uçurmayı ondan öğrendik. Sorularımız vardı ama cevaplarımız yoktu. Sus, çocuklar çok konuşmaz, fazla soru sormaz diyen ailelerin çocuklarıydık. Cevapsız kalacağını bile bile soru sormayı öğrendik. Sorularımıza cevaplarımızı vermeyi öğrendik. Barış bizi mağaralarımızdan çıkardı. Bir defa aydınlanmaya başlarsan durduramazsın. İlerlemeyi öğrendik.
Cevaplarını çok iyi bildiğimiz, kitap kendi kendimize cevap verdiğimiz sorularla ilerlerken göz yaşları eşlik edecek. Bunca hüznü içimizde taşımamız mümkün değil.
Kitabın filme aktarılmasını sağlayan yönetmen Tunç Başaran’dır. Filmin dili biraz daha farklıdır. Kitapta İnci’yi görmez hep hayal ederken filmde İnci kanlı canlı karşımızdadır. Kitabı okuyup sonrasında filmi izleyenler için bu içimize su serpecek bir detaydır. İnci ve Barış vardır. Barış hep sorar, İnci anlatır.
1989 yapımı uzun metrajlı filmin çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevinde yapıldı. 62. Akademi ödüllerinde Türkiye’nin yabancı dilde en iyi film dalında Akademi ödülü aday adayı olarak seçildi. 26. Altın Portakal Film Festivalinde en iyi senaryo, en iyi kadın oyuncu, en iyi görüntü yönetmeni, en iyi film ödüllerini aldı. 10. Akdeniz Ülkeleri film festivalinde 2. film oldu. 8. Uluslararası İstanbul Film festivalinde En iyi Türk filmi seçildi. Başrollerinde birçok tanınmış oyuncu vardır. İnci rolünü Nur Sürer ödülle taçlandırmıştır. Ve sevgili Barış’ımızı Ozan Bilen oynamıştır.
Yazarımız Feride Çiçekoğlu, 12 Eylül’ün ardından dört yıl cezaevinde yatar. Ardından Kalem yayınlarında editörlük yapar, kitapları ve ödül almış senaryoları bulunmaktadır. Üniversitede öğretim görevlisi olarak hayatına devam eder.
Kitabı okuyup ardından filmi izlediğinizde Barış ve İnci arasındaki bağı daha iyi anlayacaksınız. Barış bizim parmaklıklar ardında kalanımız gerçek tutsak ama asıl özgür olanımızdır. Gerçek bir hayat hikâyesinde Barış, düşüncelerimizin tutsak edilemeyeceğini bize göstermiştir.
Bu filme ve kitaba madalyonun öbür yüzünden baktığımız zaman gerçek Barış’ın hikâyesini görürüz. Ona dair anıları okuduktan sonra kafamda hep kurgu olarak kalabilmesini istedim. Barış yaşadığı zorlukları bir röportajda aktarmış. Jandarma ile simit yediği sahnede gerçekte annesinin işkence gördüğünü, camdan bakmak istediğinde kafasına batan çivi yüzünden neredeyse kan kaybından öleceğini, yazar ve yönetmenin kendilerinden izin almadığını, kitap ve filmin hayatlarına yansıyan olumsuzluklarını, suçsuz olarak girdiği hapishaneden çıktığında insanların gözünde nasıl suçlu görüldüğünü anlatmış. Bunlar yazılanlardan daha acı olan gerçekler. Şimdilerde yönetmenlik yapan Barış umuyorum bir gün kendi gerçeklerini izletir bize.
“Ama çocuklar kusura bakarlar. Kuşlar gibi. Hani taş atmıştım bir kez de küsüp kaçmıştı… Ben şimdi kaçamıyorum İnci. Ama büyüyünce kaçarım belki. Hani o mavi uçurtma gibi…”