Ziya Osman SABA (30.3.1910-29.1.1957)

Şiire gönül vermiş yedi genç, 1928 yılında Yedi Meşale adında ortak bir kitap çıkararak yeni bir edebiyat topluluğu oluşturmak isterler. Önsözünde poetikalarını anlattıkları ve her birine bir bölüm ayrılan kitap döneminde ilgi ile karşılanır. Cumhuriyet döneminin ilk edebiyat topluluğu olarak kabul edilen birliktelik ne yazık ki kısa ömürlü bir edebiyat etkinliği olur. Gençlerden altısı daha sonra kendi sanatsal kimlikleri doğrultusunda ilerlerler, geriye şair olarak bir tek Ziya Osman Saba kalır. Saba, konuşma diline yakın üslubu, huzur veren imgeleriyle topluluğun çağdaş Türk şiirinde, kendisine özgü yer edinebilen tek adı olur.

29 Ocak 1957’de kaybettiğimiz şairimizi edebiyata karşı ilgisinin nasıl başladığını anlattığı bir söyleşisi ve bir şiiriyle anıyoruz.

Edebiyata karşı ilk alaka sizde nasıl ve ne zaman başladı? Diye soruyorsunuz.

Okumayı yeni öğrendiğim zamanlar ve kendiliğinden, diyeceğim. Benden yaşlı akrabalarım, küçükken, “ben bir şair olacağım!” dediğimi söylerler. Ben böyle laf ettiğimi hatırlamıyorum ama bir şair olmayı en güç en erişilmez bir şey olarak düşündüğümü, şairliği yıllarca hayal ettiğimi pek iyi hatırlıyorum. Nitekim ilk kalem denemelerim de şiir değil, nesir olmuştu. Annem Birinci Dünya Harbi mütarekesi sırasında ölmüştü. Beni Galatasaray Lisesi’ne (o zamanlar henüz Mektebi Sultani) leyli olarak vermişlerdi. İlk yazım, bu mektebin ilk sınıflarında, annemin ölümüne dair bir yazı oldu. Onu, yine annemin mezarını babamla beraber ziyaret edişimizi anlatan bir yazı takip etti. Bu nesirleri ve daha sonra yazdıklarımı siyah kaplı bir deftere geçirmiş, ilk sahifeye kırmızı mavi kalemle, doğan mı, batan mı olduğu pek de anlaşılmaz bir güneş resmi yapmış ve korkunç bir Arapça hatası da işleyerek en başa eserime verdiğim adı yazmıştım: Hissiyatlarım.

Mektebimin o mukaddes mor mürekkebi ile yazılmış “Hissiyatlarım”ı günün birinde, yine romanlarda okuduklarıma özenerek tutup yaktığıma şimdi ne kadar yanıyorum! Yavaş yavaş nesrin farkında olmadan kafiyeli oluyor, yani “seci’” yapıyor, fakat bir türlü şiir yazamıyordum. Kafiyeli, vezinli “tabii hece vezni” ilk şiirimi yazdığımda 17’sinde vardım. Bilmem nihayet kendime şair diyebilir miydim?

(Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık Yay., 1976 (Söyleşi önce Varlık Dergisi’nde yayınlanmıştır.)

SEBİL VE GÜVERCİNLER

Çözülen bir demetten indiler birer birer,

Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.

Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,

Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…

Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber

Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,

Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!

Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…

En son şarkılarını dağıtarak rüzgâra,

Beyaz boyunlarını uzattılar taslara…

Bir damla suya hasret gideceklermiş meğer.

Şimdi bomboş sebilden selviler bir şey sorar,

Hatırlatır uzayan dem çekişleri rüzgâr

Mermer basamaklarda uçuşur beyaz tüyler.

Hazırlayan: Asil Şenol Topçu