“ömrüm
bir su terazisi bulanıklığında
varla yok arası
kırmızısından ıskaladığım günler”

Gece uzun. Gece bitmeyen sancılı bir yolculuk. Balkonumda çıkıyorum o yolculuğa. Birkaç begonya ve papatya arasında. Kokularıyla ruhumu arındıran dostlarımla.
Dizlerimin üstünde duruyor tertemiz bir sayfa. Sıkı sıkıya parmaklarımın arasında tuttuğum kurşun kalemim yazmayı bekliyor. Birazdan kâğıda dökülecek mahremim, ıssızlıklarım. Gün boyunca herkesten kaçırdığım koyu renkli kuytuluklarım.
Kalem sesimi duymuş olacak ki daha fazla nazlanmadan yazmaya başlıyor. Eğri büğrü, havai, biraz şımarıkça biraz aykırı yazıyor bu kalem. Kimseye eyvallahı yokçasına. Onun vurdumduymaz hallerine bayılıyorum.
Yazarken başımı kaldırıp dağlara bakıyorum. Eteklerinde bir yığın parıltıyı barındıran lacivert payetli bir dağ bağdaş kurmuş oturuyor. Ne gam ne kasavet. Tüm gecikmişliklerden arındırılmış gece yanığı gibi değiyor ay, payetlerin üstüne. Dağ gülümsüyor, evren ışıldıyor. Bakmaya devam ediyorum. Aradığım ne? Bir koku, bir ses, bir nefes… Çıkaramıyorum.
Şimdilik eylemsizim. Ne sevgi ne aşk ne özlem… Ya da gerilerde kalmış soluk benizli bir ayrılık. Hiçbir duygu eylemsizliğime ulaşamıyor.
Uzun sürmüyor. Arayışımı kâğıda dökmekte buluyorum. İmgelemek beni rahatlatacak. Hatta o çok düşünenlere özgü gece yorgunluklarımı hafifleten merhem etkisi görüyor yazmak. Ya da uzaklardan gelen payetli dağın mutlu esintisi odama misafir olacak, kim bilebilir.
Kendimi tam yazmaya odaklamışken imgelerim havada asılı kalıyor. Bir türlü harfe dönüşüp yazıda can bulamıyor. Kalemim parmaklarımın arasında can çekişiyor. Bir de ne göreyim! Uyku yanı başıma oturmuş, dalıp gitmemi bekliyor. O anı hatırlamıyorum. Ne uyku, ne uyanıklık. İkisinin ortası. Araftayım.
Yürüyorum. Siyah beyaz bir tünelin içinde alabildiğine yürüyorum. Ayak seslerimi işitebiliyorum. Elimi kalbime götürdüğümde kalp atışlarımı hissedebiliyorum. Yaşadığım düş değil. Peki nerdeyim? Sorgulamama fırsat kalmıyor.
O esnada boğazıma cam kırıkları saplanıyor. Ellerimi boğazıma götürüyorum. Unufak olmuş cam kırıkları boğazımın içinde nefesime baskı yapıyor. Hırlıyorum. Bağırmaya çalışıyorum. İçimdekileri kusmaya yeltendikçe acısını daha çok hissediyorum.
Acı, öğütülmemiş kara bir buğday olup batıyor gırtlağıma, tek düşündüğüm boğazıma çöken afakandan kurtulmak. Al basması değil. Gözlerim açık. Bir mücadele içindeyim. Savaşıyorum.
Ömrümün en uzun dakikalarını yaşıyorum. Git git ardı arkası kesilmeyen tünelden çıkıp aydınlığa kavuşmak için, boğazımda cam kırıkları, var gücümle koşuyorum. Yüzümde biriken esmer terler… Yaşamla ölüm arasında ince bir çizgideyim.
Tam üç dakika… Üç altmış saniye. Hesaba kitaba vurduğumuzda kısacık anlar toplamı. Bir de bana sorun.
Üç dakikanın sonunda birileri beni duymuş olacak ki; kapı koluna hızlıca bastırdığımı görüyorum. Tünel çıkışı değil beni aydınlığa kavuşturan, kapı kolu. Tünele benzettiğim siyah beyaz yer odam. Tavanlarının kenarlarını siyah hatlarla boyattığım beyaz badanalı odam.
Mutfağa koşup dolaptan çıkardığım buz gibi su şişesini kafama dikiyorum. Kana kana içiyorum. Arta kalan suyu başımdan aşağı döküyorum. Saç diplerim ıpıslak tere batmış. Su iyi geliyor. Yaşadığımı kanıksıyorum.
Mutfağın sokağa bakan penceresinde sokak lambasının aksi vuruyor. Ay, payetli dağ, yıldızlar, ağaçların hüzünlü gölgeleri, yeşile hasret kurumuş otlar, dudakları çatlayan toprak, karşıda görülen küme küme sıralanmış evler, bütün evren yaşamı soluyor.
Kendimi yokluyorum. Boğazımda ne bir cam kırığı, ne bir sızı. Bütün hücrelerimle yaşamlayım. İç sesimi duyup beni hayata kavuşturan tılsımlı güce şükürler ediyorum.
“Geçti.” diyorum usulca.
“Geçti.”


Güler Kalem