Değerli yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar,
Giriş hitabım biraz uzun oldu, kusura bakmayasınız; günlerdir kafamda dolanıp duran “mektup yazma” ödevine başlarken kalemimden (tuşlardan mı desem) böyle akıverdi. Siz, dünden başlayıp an’a gelene kadar hayatın, rüyanın, özlemin, hatta İstanbul’un yazarı olarak, benim halimi en iyi anlayacaklardan birisinizdir. Öyle olacağınızı tahmin ediyorum daha doğrusu. Sizin, bir sözü, bir bakışı, bir evi, kenti kaleme dökerken kayıp gittiğiniz sınırsız yazılarınızı tanıdıkça, benim kayıp gitmelerimi anlayışla karşılayacağınızdan bundan emin olabiliyorum. İşi garantiye bağlar gibi pazarlık filan yaptığımı düşünecek olanlara da, sizin yazım serüveninize bir daha göz atmalarını önereceğim.
Sevgili Ahmet Bey,
Hitaba bakın hele! Ama baştan sona da resmi hitapla gidilmiyor ki, hele de mektupsa yazdığınız, bir yerden sonra resmiyet kendinin terk edilmesini istiyor! Geçen ayların birinde bizim eski bir arkadaşıma mektup yazayım dedim, aynı şey geldi başıma. Kendisi bir kurumda başkan ve de tutuklu. (Nerden bileceksiniz; o yüzden ben söyleyeyim; üç yıldır memlekette soruşturma geçirmeyen tutuklanmayan kalmadı bu arada.) Mektuba başlarken, nasıl hitap etsem acaba diye epey bocaladım. Sonunda aynen size hitap ettiğim gibi bir başlık attım: Değerli başkanım! Mektup yazıyorum nihayetinde; duruma üzüldüğümüzü, çalışmalarda eksikliğini hissettiğimizi filan yazacağım. Eşten dosttan selam kelam yüklenmişim, onları aktaracağım; olmuyor resmi dille. Mecburen değil, doğal olarak dilim normale dönüverdi de her şeyi yazdım da kurtuldum sıkıntıdan! Şimdi hitap değişikliğimi de böyle sayın lütfen…
Ne mi demiş? Hay Allah, arkadaşımın bana ne cevap verdiğini mi merak ettiniz? İnsan olmak böyle bir şey Sayın Tanpınar. Sizin satırlarınızı kuşatan hümanizminizden emindim zaten. Evet, ne diyorduk? Ha hatırladım… Meğer arkadaşım da aynen benim gibi sıkıntıya düşmüş! Çünkü o ve birçok arkadaşımız tutuklanmadan önce birlikte iyi çalışan bir ekiptik; aramızda senli benli konuşurduk! Ama araya cezaevi, ünvanlar ve de az çok MOK (Mektup Okuma Komitesi) girince, insan bir tuhaf oluyor. Nitekim yine aynı kurumun genel eşbaşkanı, MOK’un bizi soktuğu halleri değil de -işte bu Demirtaş farkı; hem sizden hem benden hem de pek çok çekingen vatandaştan farklı- MOK’un, tutsak mektupların elinde kalmışlığını yazdı; öykü olarak elbet. Gerçi siz onu da tanımazsınız ama bir öykü kitabıyla neredeyse edebiyat dünyası tümden tanıdı onu.
Belki de hitap meselesini tam burada kesip size ondan ve onun ünlü olmasından söz etmeliyim değerli Tanpınar. Zira “solcuların sizi sevmediğinden” söz ediyor ve mesela zamandaşınız Nazım Hikmet’in şiirlerini aldıkları antolojilere sizi uğratmadıklarından şikayetçi oluyorsunuz. Düşünüyorum da “zamanı” temel yazı temalarından biri yapmış siz, bu yaklaşımı nasıl oldu da çözümlemek yerine, “solculara küskünlük” konusu haline getirdiniz… Doğrusu, aradaki duvarı o kadar anlaşılmaz bulmamanız gerekirdi diye düşünüyorum. Bir hatırlayın zamanı; 2. Dünya savaşının öngünlerde o felaket haberini beklediğinizi yazıyorsunuz Huzur’da. Sizin, zamandan soyutlayıp çıkardığınız şiir şöyle; Bursa’da kristal bir avize zaman… Yani siz, geriye; kristal avizeli saraylara bakıp zamanı yakalıyorsunuz. Nazım ise Bursa Kalesi’nde müebbete hükümlü, yatıyor, daha yatacağından başka. O da sizin gibi gelen ve de yaşanan savaş felaketiyle ilgili. Fakat kalenin duvarları arasından izliyor zamanı. O büyük felaket anında, savaş sahasına dönmüş dünyayı görüyor ve Tanya şiirini yazıyor. Naziler tarafından darağacına doğru yalın ayak karlarda sürüklenen Tanya’yı; Korkmayın kardeşler/bizimkiler mutlaka gelecekler dizeleriyle edebiyat tarihine işliyor.
Mesele şu ki, sizin zihninizde Osmanlı Sarayları yaşatıyor Bursa’da zamanı. Nazım’ın zihninde büyük insanlığın sesi, insan kılınmış dünyayı yıkmaya gelenlere karşı 17 yaşındaki Tanya’nın direnişi yaşatıyor zamanı. Takdir edersiniz ki aradaki fark, iki dünya, birkaç çağ kadar neredeyse. “Kaderimiz coğrafya” denilen memlekette zamanın belirleyeni; zulme, baskıya direnişle özdeşleşmiş durumda. Sanatçı da bu temel “tema”yı estetize eden elbet. Sorun; sanatçı -burada konumuz edebiyatçı- zamanın içinde mi dışında mı sorunu. Heyhat, siz zaten şiirinizin dizelerini böyle dizmiştiniz; ne zamanın içindeyim, ne dışında… Öylesine belirsiz, bulanık kalmışlığınızı güçlü bir estetik düzeyde ifade etmişsiniz zaten. Bir kriz gibi yaşanan ve yaşadığınız Doğu-Batı ikilemi, sol-sağ bölünmesinin bir de bu açıdan ele alınmasında fayda olmalı bence.
Sayın Tanpınar, siz de fark ettiniz ki, sözü nereden açarsam açayım dönüp dolanıp Huzur’a varıyorum. Huzur, hem Sahnenin Dışındakiler hem zamanımız çok benzerliklerle dolu; sanırım sözün durmadan burada konaklaması bu yüzden. Sizin Huzur metaforunda aradığınız ve bulamadığınız her şey, neredeyse bugün de geçerli. Fark belki şu; bugünkü zaman iki savaşı birlikte kapsar özelliklerle yüklü. Çocukluğunuzun Kerkük’ü dahil, bütün Ortadoğu bir savaş cangılı bugün yine. Neden çok; savaşan, savaşır gibi yapan da öyle. Yüzyıllardır bağrına atılan neşterlerden kalma sorunlara işgal, ilhak, iç savaşla çözüm arayanları mı istersiniz, iç dinamiklere dayanıp global emellerine bir daha bir daha ulaşmak isteyenleri mi istersiniz, aramadığınız her şey var! Ama Huzur yok! Niye huzur bulamıyoruz diye siz de çok düşünüp yazmışsınız ya, temelde sorunlar aynı sanki.
O çok renkli İstanbul’a özleminizi düşünüyorum da, adını dosdoğru koymasanız da, niye kaybolduğunu tam teşhis etmemiş olsanız da -ki zaten siz durum tespitlerinin ötesine çok da geçmiyorsunuz- bir gerçeği dillendiriyorsunuz: Bir şehir olur, bir ülke olur, fark etmez; binlerce yılın birikimleriyle birlikte ileriye doğru yaşayabilir. Sadece İstanbul değil, Osmanlı’nın size göre; 1908- 1923’de yok olup gitmesi de aynı özde; basitçe yanlışların değil, açık seçik tekleştirici gelişmelerin sonucu. Tekçilik orada kalmadı, hayatımıza, sosyal bileşimimize, dillerimize, kültürel yapımızın çeşitliliğine müdahaleye kadar her yere yayıldı. Elbet siz sorunu bu genişliğiyle ele almıyor, esasen zamanı; ruhu, rüya ve hülyalarıyla Osmanlıyı arıyorsunuz yalnızca. (Beş Şehir’de yazdıklarınıza göre; Selçuk Türkünü de eklemeliyim.) Cumhuriyetin onu atlayan özelliklerini görüyorsunuz, doğallıkla bölük pörçük hissediyorsunuz kendinizi. Cumhuriyete tutunmuş haliniz, ıstırap ve huzursuzlukları aşmanızı sağlamıyor.
Ah, Hamdi Bey; bilin ki şimdi bile ne çekiyorsak bu tekçilikten çekiyoruz. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum, çünkü bugün bizler de o kadar hüzün ve huzursuzluk içindeyiz. Elbet biliyoruz, ekonomik yapı kapitalizm tekelcidir. Ama onun millet tasavvuru da öyle; tekçidir. Osmanlı her türlü farklılığı kendisiyle “uyumlu” bir “eritmeye” -asimilasyona da diyebiliriz, peynir mi bu mübarek, diye hücumlar olmasın diye- uğratıyorken, artık eritemez hale geldiğinden dağıldı! Zaman artık ondan yana dönmüyordu ki yerinde kalsın! Beş kıtada at koşturup ele geçirdiği yerleri insanları, inançları ve her türlü zenginliğiyle eritme yeteneğini kaybettiği için, zamanın gerisine düştüğü için, kendisiyle birlikte tekelci büyüklerin sömürge alanları haline gelmelerini önleyemeyecektir. Yıkıntılarından doğan bugünkü memleketimiz de milliyetçi tekçilerin elinde, her şeyin daha da ileri düzeyde tekleştirildiği bir yer haline geldi.
Sayın Tanpınar,
Ne yazık ki bu bağlamda söylersem; 2. dünya savaşı felaketinin hemen öncesindeki yıkımları, adı konmamış savaşları, temizlikleri Huzur’unuzda görmek mümkün olmadı. Sizin o meselelerle ilişkiniz yoktu, gerçekle yüzleşecek cesaretiniz de (belki bilginiz de, çünkü o taraflara bir bakış yönelttiğinizin bir işareti yok yazın külliyatınızda). O yüzden Huzur, eskinin kaybolan güzelliklerine ağıtken, an’ın yok edilenlerine hepten bigane kalmak zorundaydı. Gerçeğe bigane kalanın Huzur bulduğuna, altı onluk hayatımda hiç tanık olmadım doğrusu Sayın Tanpınar. Kim bilir, belki -değil mutlaka- bizler de es geçtiğimiz bazı gerçekler nedeniyle ya da gerçekliği değiştirememekten, aynen sizin gibi, diğer kahramanlarınız gibi, bugünkü zamanda pek Huzur’suzuz; dahası huzursuz olan bütün insanlık. Demem o ki, dün de bugün de savaş-felaket haberini beklerken “Huzur” aramak gerçekten de beyhude olmalı.
Konuya devam etmek istiyorum bu nedenle. 2. savaşın anaforunda Hitler hayranlığına müptelalarla aranız hiç de bozuk olmamış gibi. İbnülemin Mahmut Kemalettin’in konağı etrafında oluşan entelektüel zeminden aldıklarınızla, geçmişe bir bakıma İbnülemin’le yürüyen haliniz ve hayallerinizle elbet “bizim” saflarda olacak değildiniz. Kısakürek’le arkadaşlık yerine Nazım Hikmet ya da Sabahattin Ali ile yan yana bulunmanızı bekliyor değilim kuşkusuz. Gerçi Huzur’da Almanya’yı lanetleniyorsunuz! Ama mesela zamanın Almancı hükümetinin memuru, Meclisinde de vekilsiniz!
Bir de ciddi maddi hatalara açık bazı pasajlarınız var Huzur’da. Hitler’le anlaşma yapan Stalin’i, savaşı başlatan sayıyor satırlarınız! Kahramanlarınızın tartışmalarını iyice okuyunca insan anlıyor ki, bu şekil düşünenler, olmayan bir gerçeğe inanıyor ya da inanır gibi yaparak savaş tarafını zımnen onaylıyorlar. Zaten Suat da demiyor muydu; “durum iyice dejenere oldu, savaş temizler ancak!” Şimdi ben ekleyeyim öyleyse: Evet durumun çözümü gerçekten de savaşta aranabilirdi! Çünkü dünyayı soyup soğana çevirenler, devrimlerden ve Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan mustaripti. Her yeni devrimle onların pazarları daralıyordu. Elbette yeni bir savaşla önlerini açmak istiyorlardı. Faşizmle, silahlanmayla şişen Almanya, birincisinde kaybettiklerini geri almak ve sofradakilerden pay istiyordu. Birinci tekelci büyükler ise, Hitler bu haliyle bekalarını tehdit eden SB’yi yıkarsa, hepsinin zenginleşeceğini varsayıyorlardı. Teşvik ediyorlardı, Hitler SB’ye saldırsın diye. Sizin Suat’ın en kötü anlamıyla sözünü ettiği Stalin, o anda önemli bir manevra yaparak, teşvikçileri ters köşeye yatırdı. Hitler dönüp onlara saldırdı ama burada kalmayacağını Stalin de biliyordu. Hani şu herkesin çok beğendiği Moskova Metrosu, o aralıkta yapıldı. Hitler orduları SB’ye döndüğünde, işte o Haziran günlerinden itibaren tarih -sizin deyiminizle zaman- başka türlü akmaya başladı.
Sayın Tanpınar, gerçi siz Huzur’da bunları yazamazdınız ama sonrasında da yazmadınız, o Haziran günlerinin romanlarını da okumadınız belki; Stalingrad’ı da sadece bir gazete haberi gibi geçmiş olabilirsiniz. Eski dünyanın iddiasının aksine, insanlığı faşizm belasından işte o kahramanlıklar kurtardı, tam 20 milyon kardeşlerini toprağa vererek.
Şimdi hatırladım, onu da ekleyeyim izninizle. Kendisi de sizin gibi bir muallim ve yazar, zamandaşınız Sabahattin Ali, o savaş günlerinde sizin gibi askerde. Cephede Hitler’in SB’ye saldırdığı haberine sevinen Türk subaylarına tanık. Yanındaki arkadaşıyla -Niyazi Ağırnaslı-, süvari bölüğünde bindikleri atların üstünde, işgale sevinenlerin uzağında gözyaşı döküyor. Ne dersiniz; Sabahattin Ali’nin acısını o günlerde hissedecek kahramanları kapsayan romanlara imza atamaz mıydınız? Sizin Huzur’un yayımlandığı zamanda Sabahattin Ali’nin boynunun Deliorman’da vurulmasından hicap duyanlar ya?
Sevgili Ahmet Bey, eserleriniz ve hayatınız üzerine inceleme yapan bir yazar, sizin rüya-hülya metaforları yüklü kaleminiz için şöyle diyor: “Kahramanlarının hatırladıklarını aktüel olana taşıyan, bu niteliğiyle de eserin hem muhtevasını hem tekniğini yöneten bir üslûp mekanizması özelliği kazanır”. Ben de şimdi, esasen kendiliğinden bir şekilde hatırladıklarımı da katıp sizi güncele taşıyan bir üslupla mektubumu yazmaya çalıştım. Kabul buyuracağınızı düşünüyorum diyecektim ki, vaz geçtim… Zira mektuba attığım başlıktan da anlaşılacağı gibi, ben aslında “sahibine ulaşmayacak bir mektup” yazdım. Bu tanımlamayı da bugün, bir haber sitesinde buldum; Ah Güzel İstanbul filmi ile Sadri Alışık’a mektup yazan bir kadın okur kullanmış. Yazı şahane, konu ve üslup; inanın bana, tam Huzur’luk! Rüya ve hülya arasında İstanbul ve derin bir aşk üzerine… Onun şarkısı da sizin Mahur Beste kadar dokunaklı bir ayrılık şarkısı. Belki de Huzur’dan esinlenme bu film; tahminim böyle. Ne yazık ki yönetmenler kaynakçalarını çok kez açıklamıyorlar ki, biz de daha sağlam kalem kullanalım.
İstanbul ve aşk deyince, – görüyorsunuz sözü bir türlü bitiremiyorum. Nazım’ın “Yedi tepeli şehrinde bıraktım Goncagülümü” dizelerini katarak yazdığı şiirden sonra, en mükemmeli Huzur’daki aşk ve İstanbul diyebilirim. Aşkı somut olarak nasıl yaşarsınız, deyince de aklıma Nuran ve Mümtaz’ın ilişkisi gelecek, dramatik sonuna karşın. Sadece duyguları değil; teni, tenlerin temasını, cinselliği hülyalar kadar estetize edebilmişsiniz. Kimi ünlü yazarların kaba saba cinsellik anlatımı insanda ancak iğrenme hissi uyandırırken sizin anlatımınız o buluşmanın güzelliğini duyumsatıyor, okuyan herkese anlatabilir yalınlıkta üstelik.
Sayın Tanpınar, yazacaklarım bu kadar değil elbet. Hakkınızda yazılanlardan okuduklarım da dahil, neredeyse tüm eserlerinizdeki iyi güzel, insanca olan her şeyi çok sevdim. Siz gerçekten de tasvir ustasısınız; rüya ile hülyayı buluşturup sınırları kaldıransınız. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde müthiş bir ironi gücü sergiliyorsunuz. Dünyaya bakışınız evet, çok aşılmış; yazdıklarınızda yakaladığım her güzellikle birlikte. Ah, AHT, bir de diyalektik materyalizmin esaslarıyla tanışıp (göz ardı etmeseydiniz demeliyim sanırım) hemhal olsaydınız, kim bilir, daha ne şaheserler yaratırdınız! Yaşar Kemal’in dediği gibi; insanlığın evrensel türküsünü nasıl da güzel söyler, yazardınız… Eskide kalmak tam böyle bir şey olmalı, değil mi usta?
Biliyorum, bu mektup size hiç ulaşmayacak ama önemli değil; bu da tarihe bir not düşme olsun. Ve ben sizi okumaya devam edeceğim, belki sizinle böyle yazışmayı da sürdüreceğim.
Size sevgiler, saygılar… Işıklar yoldaşınız olsun; orada, aradığınız Huzur’u bulmuş olun.
Mukaddes Erdoğdu Çelik