Türk Edebiyatı’nın en değerli nesir yazarlarından biri sayılan Refik Halid Karay, çok iyi gözlem yeteneğine sahip, renkli bir şahsiyetti. “Ben olana, olmuşa, olacağa muhalifim” diyen yazarımız muhalif kişiliğinin yanında, zaman zaman mizahi bir dille, alay ederek eleştiren bir üslupla yazması nedeniyle çok büyük tepkilerle karşılaşmış, sürgün cezalarından kendini kurtaramamıştı.
Refik Halid, Sinop’a gönderilmesi olayıyla ilgili olarak Talat Paşa’yı kastederek şöyle der: “Hırkaya alışanlar birdenbire frak giyerlerse gülünç olurlar adlı bir yazımın cezasını pek tesirli çekmiştim. Zira sürgüne bu cümleden dolayı gönderilmiş, bu cümle yüzünden menfam beş sene uzatılmıştı, müsaadeyi bile ancak o yerinde yokken alabiliyordum; bir zamanlar Edirne ve Selanik kahvelerinde kuşaklı entari ile dolaşmaktan zevk alan merhum (Talat Paşa) frak giyerek Rus sefarethanesine gitti idi, ne olduydu, ben kaplıca yazmıştım.”
Refik Halid Karay’ın Anadolu’ya sürgün gitmesi bize Memleket Hikâyeleri adlı eserini kazandırır. Hikâyelerinde canlı mekân tasvirleri yapmış, olayları ve karakterleri çok iyi tahlil ederek bunu mizahi bir dille aktarmıştır. Akıcı üslubuyla bizi Anadolu’nun kırsalında yaşayan bazı kurnaz, menfaatçi köylülerle tanıştırır. Anadolu’da Cumhuriyet öncesinde ve bilhassa Millî Mücadele yıllarında köy, kasaba ve şehirlerde yaşayan insanların gerçek yaşamı, hikâyelerin satırları arasında yer alır. Yazara sürgünde dolaştığı yıllarda yaşam, basit ve değersiz gibi görünür. Ama o, her gözlemlediği olaydan sürükleyici hikâyeler çıkarabilmiştir. Refik Halid’in hikâyelerini güzelleştiren, unutulmaz yapan, üslubunun yanında gerçekleri yansıtmasıdır.
“Ben Anadolu’yu bir köylü olarak değil, varlıklı bir şehir delikanlısı olarak gördüm ve anlattım” der.
Batı yanlısı, yenilikçi, maddi imkânları iyi olan bir ailede büyümesine rağmen eğitim hayatı düzenli değildir. 1900-1906 yılları arasında Galatasaray Sultanisi’nde okumuş, ancak bitiremeden ayrılmıştır. Hukuk Fakültesi ve memurluk hayatı da kısa sürer. Küçük yaşlardan beri Batılı yazarları, özellikle Maupassant’ı sevmesinin, Servet-i Fünun mensuplarını tanımasının etkileri büyük olmuş, ilk yazıları ile dikkatleri üzerine çekmiştir.
Sinop sürgününün, Refik Halid’i ilk önceleri mutsuz ettiği söylense de yazarımız için yapılan doktora çalışmasında Şerif Aktaş, “Yazar hayatının hiçbir devrinde kötümser olmamış, hangi şartlar altında olursa olsun yaşamayı sevmiştir” tespitini yapar. Sinop’ta ilk eşiyle tanışmış ve burada evlenmiştir. Rusların Sinop’a çıkartma yapma ihtimalleri üzerine Çorum’a daha sonra da Ankara’ya gönderilmiş, burada üç yıla yakın kalmış, çıkan büyük yangından sonra sürgünlüğü Bilecik’te son bulmuştur.
Ömer Seyfettin Bilecik’te bulunduğu sırada ondan hikâye istemiş, o da “Sarı Bal” ve “Şaka” isimli hikâyelerini göndermiştir. Hikâyeler Ziya Gökalp’in çok ilgisini çekmiş ve kendi çıkardığı mecmuasında yayınlamıştır. Ziya Gökalp, Refik Halid’in o günlerde Türkçeyi en iyi kullanan yazar olduğunu belirtir.
Eşinin doğumu üzerine bir haftalığına izinli olarak İstanbul’a gelmiş, trenle yaptığı yolculukta Erenköy’deki yazlıkların önünden geçerken evini hatırlamış, epeyce kederlenmiştir. Çocukluğu; kışları Şehzadebaşı, yazları Erenköy arasında geçmiştir. Gazeteci, mizah yazarı, hikâyeci ve romancı olarak tanınan Refik Halid Karay, başlangıçta Fecr-i Âti topluluğu içinde yer almakla beraber, bilhassa 1917’li yıllardan itibaren “Millî Edebiyat Hareketi”ne katılır, ölünceye kadar bu hareketin ruhuna uygun yazılar yazarak, milli edebiyatımızın en popüler yazarları arasında yer almıştır.
“Yalnız Türk edebiyatında değil, Rus ve Amerikan edebiyatlarından sonra, hikâyecilikte, cihan ölçüsünde ön planda bir yer işgal edebilir bir hikâyecimizdir” hükmünü veren Halide Edib Adıvar, aynı konuda şunları da söyler. “Hikâyeci Refik Halid, unutulmaz tiplerden bir resmigeçit yaratmış ve memleket davalarına zarif, hafif bir surette değinip geçmiştir; o kadar hafif ki, bu velud manzaralarla bu eşsiz kalem arasındaki temasın daha esaslı, daha yakın olmamış olduğunu esef etmek bile mümkündür.”
Bu yazımızın konusu olan, bugün de severek okuduğumuz Memleket Hikâyeleri kitabında yer alan Şeftali Bahçeleri hikâyesinde Karay, idealist bir gencin toplumsal çarklar arasında nasıl yok olup çevreye uyum sağladığını, konformist bir birey olduğunu anlatır okuyucularına.
Avrupa’da eğitim gören gençlerden olan, hikâyemizin başkahramanı Agâh Bey, Anadolu’da küçük bir kasabada görevlendirilmek üzere gönderilen idealist bir gençtir. Kasabaya gelirken hayalleri vardır. Gece gündüz çalışacak, yaptığı işlerden dolayı herkes tarafından parmakla gösterilecektir. Tembelliği hiç sevmez. Ne yazık ki, göreve ilk gittiği gün hükümet konağında sadece iki kişi vardır. Bütün amirlerle beraber memurlar da işi bırakıp eğlenceleri ile ünlü şeftali bahçelerine gitmişlerdir. İşe güce aldıran yoktur. Agâh Bey kendi kendine burayı düzelteceğine söz verir. İcraatlarından söz edince, onu dinleyenler sadece esnemekle yetinirler. O da, eğlenceye katılma tekliflerini reddeder. İki ay böyle geçip gider, kasabanın üst düzey bürokratlarıyla, memur kesimiyle arası açılır. Hiç kimse ondan hoşnut değildir. Oysa kendinden önceki müdürler eğlencelere katılmışlar, daha sonra da eğlencelerin müdavimi olmuşlardır. Agâh Bey dairede yalnız kalınca canı çok sıkılır. Gün geçtikçe sıkıntılar artarak devam eder. Bir gün muhasebe müdürü birkaç üst düzey bürokratın katılacağı eğlence için ısrar edince, dayanamayarak teklifi kabul eder. Şeftali bahçelerinin eğlenceleri hoşuna gider. Arka arkaya gelen tekliflere hayır demek istese de kabul eder. Agâh Bey hiçbir eğlenceyi kaçırmaz olmuştur. Hatta kadınlı âlemlerin bile misafiri olmaktan çekinmemiştir. İlk geldiği günlerdeki idealist tavırları hatırlatıldığında, “toyluk” diyerek gülüp geçer.
Agâh Bey’in mesai arkadaşları da kendisi gibi bir zamanlar muhalif olan gençlerdir. Bu kasabaya sürülünce artık yükselme umutları kalmadığından işlerle ilgilenmeyen, eğlence peşinde koşan, her şeye boş veren insanlar olmuşlardır.
Agâh Bey’in görevlendirildiği kasaba aslında o zamanki Osmanlı’daki yaşamın aynasıdır. Osmanlı birçok cephede üst üste yenilgiye uğramış, savaşlar sonucu yoksullaşan halk boşluğa sürüklenmiştir. Üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk yıkılmaya başlayınca, kimileri teselliyi içki ve eğlencede bulmuştur. Yazarımız III. Ahmet zamanında başlayıp, Nedim’in şiirlerinde kendisini bulan Lale Devri’ndeki yaşam ile kasabadaki yaşamın arasındaki benzerliği şu satırlarla anlatır.
“Burası Anadolu’nun Sadabat’ı idi… Tıpkı Sadabat gibi burada da mütemadiyen sazlar çalınıp çengiler oynar; gazeller okunup şiirler yazılırdı. İçki düşkünü mutasarrıflar, müdürler içinde çoğu şairdi; Nedimâne gazeller yaparlar; arzudan, tasavvuftan bahisler ederler; Mevlevîlikten, Melamilikten dem vururlardı. Ömürleri sazla, sözle tatlı tatlı geçerdi. Bu keyif düşkünü memurlar, suya sabuna dokunan işlere karışmadıklarından senelerce yerlerinde kalırlar, adeta kasabayı benimseyip evler yaptırırlar; havuzlar açtırıp kameriyeler kurdururlardı…”
Yazar çevre ve mekân tasvirlerine ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir. Hikâyenin hemen başında yaptığı tasvirlerle bizi şeftali bahçelerinin cezbedici güzelliğiyle ve kasabanın tembelleştirici havasıyla tanıştırır.
“Her tarafta taşkın bir şeftali rayihasının dolup sindiği durgun sıcak günlerde işsizler takım takım kasabadan inerler, ırmakta yıkandıktan sonra gelip gölgeli çimenlerde yatarlardı. Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içinde, yatanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü. Toplamakla biter tükenir şey değildi; mahsulün yarısı ağaçlarda kalır, böyle, pişip oldukça aheste aheste toprağa düşer, karışır, kaybolurdu.”
Eğlence, hayatın merkezindedir, her şey ona endekslidir.
“Şeftali bahçelerinde zamanı eğlenceler tayin eder. Burada bahar ta kışa kadar uzar. Baharın uzaması, zevk ve eğlence hayatını da uzatır. Akşamüzerleri hükümet memurları heybelerine rakılarını koyar, merkeplerine biner, şeftali bahçelerine giderler. Gece geç vakit kasabaya dönülür”
Yazarın üslubundan söz edecek olursak, bu üsluba “duyular üslubu” diyebiliriz. Yazarın hikâyesinde duyuların nasıl kullanıldığını şu satırlarda görmek mümkün “Yüksek dallardaki fazla olgun, ballı şeftaliler saplarından kurtularak dolgun, yumuşak bir sesle yerlere, çimenler içinde, yatanların üzerine durmamacasına yavaş yavaş dökülürdü.” Burada sırasıyla görme, tatma, duyma, dokunma duyuları kullanılmıştır. Bu hikâyeyi okuyan kimi okurlar, şeftali kokusunu duyduklarını söylerler.
Yazar bazen de duyuları benzetmelerle anlatır. “Daha uzaklardan, Boğaziçi’nin durgun gecelerinde suları döven bir uskur sesi gibi davulun gümbürtüsü vakit vakit duyuluyordu.”
Uyuşturucu maddeler insanı nasıl pasif hale getirirse bazı yerlerde doğa da aynı işi görür. “İkinci yaz gelmişti. Sinirleri gevşeten meyve kokusu sıcak rüzgârlara karışarak pencereden odaya doluyordu, herkesi göz alabildiğine uzanan sayısız şeftali bahçelerine çağırıyordu.”
Şeftali Bahçeleri eğlence, zevk, doğanın güzelliğini anlatıyor görünse de çok farklı bir hikâyedir. Aslında acının, yok oluşun hikâyesidir. İdealist bir gencin konformizmin tuzağına düşerek zihninin ölümünü, çürüyen bürokrasisiyle birlikte bir devletin çöküşünü anlatır bize Refik Halid Karay.
Özel Atay